Prof. Dr. Vahdettin Engin
Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi
19.yüzyılın son çeyreğine baktığımızda gerek Osmanlı Türkiye’si açısından gerekse dünya konjonktürü açısından ilginç gelişmeler vardı. Mesela Osmanlı Türkiyesi’nde II. Abdülhamid’in padişah olması ve aşağı yukarı 33 yıllık sürecek bir devlet başkanlığı dönemi… Ve bu süre içinde önemli icraatların gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Tabii II. Abdülhamid zor bir ülke devralmıştı. Öncelikle buna değinmek lazım. Çünkü bir kere, bir yıl önce iflas etmişti Osmanlı Devleti ve bunun getirdiği sıkıntılar yaşanıyordu. Hemen akabinde de meydana gelen bir Osmanlı-Rus savaşı, 1877-78, diğer adıyla 93 Harbi. II. Abdülhamid padişah olduğunda bunu da göğüslemek zorunda kaldı. Dolayısıyla böyle zor bir konjonktürde ve de çok da hazır olmadığı bir anda bütün bu gelişmelerle karşı karşıya buldu kendini. Ve aslında çok da hazır olmamasına rağmen birtakım, gerçekten önemli sayabileceğimiz yetenekleri sayesinde uçurumun kenarına gelmiş bir ülkeyi oradan çekip çıkarmayı başarabilmişti.
II. Abdülhamid’in bir başarı hikâyesi var bütün padişahlığı boyunca. Sıkıntılı bir ülke devraldı, o ülkeyi giderek dünyanın önemli güçlerinden biri haline dönüştürdü ve siyasi anlamda olsun, askeri anlamda olsun önemli bir dünya devleti konumuna getirdi. Dolayısıyla II. Abdülhamid’in padişahlık yaptığı dönemlerde Avrupa konjonktürüne de bakmak lazım. Çünkü bu ilişkiler doğrudan Osmanlı Devleti’ni etkilemekteydi. O devletlerin içinde bulunduğu konum da Osmanlı Devleti’ni etkilemektedir. Buna bağlı olarak da devlet ve devlet başkanı olarak II. Abdülhamid politika üretmek durumunda kalmaktaydı.
Şimdi 19. yüzyılın son çeyreğinde dünyanın, özellikle de Avrupa’nın konjonktüründe şu tarz gelişmeler yaşanıyor. Tabii İngiltere, Fransa ve Rusya önemli birer güç olarak zaten mevcut konumlarını sürdürüyorlar. İtalyan birliğinin sağlanmasıyla İtalya da ön plana çıkmaya çalışan bir devlet olarak tarih sahnesinde ortaya çıkıyor. Bundan daha önemlisi ise 1870 yılında Prusya-Fransız savaşında Prusya’nın Fransa’yı mağlup etmesiyle Alman birliğinin sağlanması ve ondan sonra Almanya devasa anlamda bir dünya devleti haline dönüşecek politikalar üretmeye başlayacak olmasıdır. Bu, uluslararası konjonktürde de değişme anlamını taşır.
Bu yıllara gelene kadar Avrupa ülkeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü korumak gibi bir politika üretmişlerdir. Sebebi de şu; Rusya eğer Osmanlı Devleti üzerinde ciddi bir hâkimiyet kurarsa bunun sonucunda sıcak denizlere inecek ve bu da kendi politikalarının zedelenmesine yol açacak. İngiltere hep öteden beri Hindistan yolunun güvenlik altında bulundurulmasını tercih eder.
Süveyş Kanalı açıldıktan sonra Doğu Akdeniz çok önemli hale gelmiştir ve burada Rusya hakimiyetini İngiltere istemez. Aynı gerekçeler Fransa için de geçerlidir. Fransa da sıcak denizlere inmesini istemez Rusya’nın. Bu anlamda Osmanlı Devleti’ne destek olmaya başladılar. Fakat 93 Harbi’nden sonra bu süreç değişti. 93 Harbi’nden sonra, yani aynı zamanda II. Abdülhamid’in de yeni padişah olduğu bir dönemde, artık Avrupa devletleri bu politikalarını değiştirdiler ve Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü sağlamak yerine bir an önce Osmanlı Devleti’nin yıkılması şeklinde politikalar üretmeye başladılar. Ve baktığımızda şunu da görebiliyoruz. Dönem itibarıyla dünyanın aşağı yukarı yüzde 85’i sömürge. Bu sözünü ettiğim ülkelerin elinde sömürge olarak bulunanlar arasında hatırı sayılır Müslüman toplumlar da var. Ve ayakta kalabilmiş, bağımsız kalabilmiş nadir ülkelerden biri Osmanlı Devleti. Dolayısıyla onu da yok etme veya onu da bölme ve parçalama çabaları bu dönemden itibaren yoğunlaşmaya başlayacaktır.
Burada Almanya faktörü devreye girince o dönemin Alman Başbakanı, Prens Bismarck şöyle bir politika geliştiriyor kendince. Bu uluslararası politikayı da etkileyecek bir süreç. Fransa’yı mağlup ettikten sonra Fransa’nın yeni bir intikam savaşına girmesini engellemek için Fransızları başka yere kanalize etmeye çalışıyor. O başka yer neresi? Kuzey Afrika. Dolayısıyla Prens Bismarck’ın politikası doğrudan Osmanlı Devleti’ni de etkilemeye başlıyor. Tunus’u pekâlâ işgal edebilirsiniz, biz sesimizi çıkarmayız şeklinde bir politika. Fransa’ya bir nevi taviz verilmesi ama onun karşılığında da Fransa’nın Almanya ile uğraşmaması bekleniyor.
Aynı Prens Bismarck bu sefer Rusya’ya da yine Almanya’yla çok uğraşmamaları için Türkistan’da istediğiniz gibi açılabilirsiniz şeklinde öneriler getirmek suretiyle yeni politikalar, yeni konjonktürler meydana gelmesini sağlıyor. Bir süre sonra tabii ki bu, Türk-İslam dünyasını da ilgilendiren politikalar haline dönüşüyor.
Şunu da görüyoruz tabii ki, yoğun bir saldırı… Artık İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya yoğun bir saldırı ve Osmanlı Türkiye’sini bir an önce yıkma çabasına giriyor. Bu 1878’den sonra sık sık karşımıza çıkan bir mesele, şark meselesi... Şark meselesi aslında Osmanlı İmparatorluğu’nu bir an önce yıkabilmenin yöntemini hazırlamak. Ve bunu uzun süre kullanacaklar. Hatta şunu diyorlar: “Burada hasta bir adam var.” Psikolojik bir harp tekniğidir aslında. Osmanlı Devleti’ne hasta adam demek. “Bu zaten yıkılacak. Bir an önce biz bunu öldürelim ve mirasını paylaşalım” gibi bir imaj. Hâlbuki Osmanlı Devleti II. Abdülhamid döneminde yıkılmak bir tarafa, giderek kendini toparlıyor ve güçlü bir ülke haline dönüşüyor.
Bu yoğun saldırılar sürerken II. Abdülhamid de kendine göre politikalar oluşturdu. Bu politikalara baktığımızda ana hatlarıyla şunu görüyoruz. Bir kere, dış politika anlamında bir prensip belirlemiştir kendine. O da şudur: Bağımsız, bağlantısız ve tarafsız. Bunu sık sık muhataplarına vurgulamıştır. Çünkü gerek Avrupalı sefirlerle yapmış olduğu görüşmelerde, gerek yine Avrupalı gazetecilerle yapmış olduğu görüşmelerde, İmparator II. Wilhelm’in Türkiye’yi ziyareti vesilesiyle onunla olan münasebetlerinde de hep bu politikayı vurgulamıştır. Biz; bağlantısızız, tarafsızız ve bağımsızız… Bunu niye yapıyordu? Çünkü II. Abdülhamid şunu görmüştü. Özellikle Avrupa ülkeleri, dünyayı bir sömürge haline dönüştürmüş olan ve giderek kendilerine sömürge yetmediği için birbirlerinin sömürdüğü topraklara göz diken Avrupalıların eninde sonunda bir hesaplaşma içine gireceğini hesap ediyordu.
Almanya büyük bir imparatorluk haline dönüştü fakat milli birliğini daha geç sağladığı için dünyaya şöyle bir baktığı zaman Afrika, Güney Asya, Amerika hep sömürge haline dönüşmüştü. İşte bir bakıyoruz ya İngiltere’nin elinde, ya Fransa’nın elinde, ya Rusya’nın elinde veya daha küçük bir devlet olarak Hollanda’nın sömürgesinde. Dolayısıyla kendine düşen pay neredeyse kalmamış. Doğal olarak burada bir rekabet ortaya çıkıyor. Yani bir Alman-İngiliz rekabeti ortaya çıkıyor. Bir Alman-Fransız rekabeti ortaya çıkıyor. Öyle olunca da bir şekilde bunlar ileriki aşamalarda savaşarak bu hesaplaşmayı görmek durumunda kalacağını II. Abdülhamid hesaplıyor. Ve buradaki çekişmeyi yine gayet iyi görebildiği için de özellikle İngiltere’nin, Rusya’nın ve Fransa’nın Osmanlı toprak bütünlüğünü güvence altına almaktan öte Osmanlı Devleti’ni bir an önce yıkmayı tercih ettiklerini bildiği için bu defa Almanya’yı önemli bir güç olarak kendi yanına çekmeyi başarabiliyor. Dolayısıyla Almanya siyasi anlamda II. Abdülhamid Türkiye’sine destek vermiştir. Burada karşılıklı bir menfaat söz konusudur. Yani hem II. Abdülhamid Türkiye’sinin menfaati söz konusudur, hem de Almanya’nın bu şekilde Orta Doğu’ya açılması noktasında menfaati söz konusudur. Mesela Basra Körfezi’nde İngiltere Osmanlıyla bir mücadele halinde. Petrol var bölgede çünkü. Dolayısıyla İngiltere petrole el koyabilmek için oraya bir huruç hareketi yapmaya çalışıyor. Basra Körfezi’nden Osmanlı coğrafyasına girmeye çalışıyor.
II. Abdülhamid burada ciddi direnişler yapıyor tabii ki. Ama bunu yaparken de Almanya’nın siyasi desteğini yanına aldığı zaman daha güçlü hale geliyor. Benzer politikaları, Orta Doğu’da olsun, Balkanlar’da olsun uyguladı ve burada bir başarı hikâyesi ortaya çıkardı. Çünkü bakıyorsunuz II. Abdülhamid döneminde Türkiye uluslararası siyasetin önemli bir aktörü haline dönüşüyor. Ülkeler arasındaki rekabeti çok iyi kullanıyor. Onların birbirleriyle mücadele etmesini sağlıyor. Oradan da güçlü bir Türkiye yaratma çabası içinde. Bunu yaratabilmenin en önemli unsurlarından biri de tabii ki güçlü bir ordu. Nitekim II. Abdülhamid dönemindeki işte o Mektebi Harbiye son derece mükemmel bir hale dönüştürülmüştür. Orda çok değerli kurmay subaylar yetişmiştir. Ve gerçekten önemli bir kara ordusuna sahiptir II. Abdülhamid Türkiye’si. Nitekim bunun gücünü 1897 Osmanlı-Yunan savaşında görüyoruz. Yunanistan bütün Avrupa’nın desteğini alarak Osmanlı Devleti’ne savaş açma gibi bir gaflette bulundu. Bir ay içinde perişan oldu. Niye? Çünkü II. Abdülhamid’in hazırlamış olduğu o güçlü ordu bunu başarabildi. Ama orada da yine II. Abdülhamid’in ciddi bir stratejisi var. Yunanistan Girit meselesi dolayısıyla Osmanlı Devleti’ne kafa tutar gibi bir tavır alıyor. Ama karşısında büyük bir devlet var, Osmanlı Devleti. Ama buna rağmen, Osmanlı Devleti’nin güçlü ordusu olmakla beraber, II. Abdülhamid Yunanistan’ı izole edecek şekilde bir politika uyguluyor. Özellikle Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerinde; Sırbistan’la olan ilişkisinde, Bulgaristan’la olan ilişkisinde Yunanistan’ı izole ediyor. Yalnız kaldığı anda savaş açıyor ve bir ay içinde duman ediyor Yunanistan’ı Osmanlı.
Padişah olduğu zaman Balkanlar’da ciddi isyanlar vardı. Bulgar isyanı, Bosna Hersek isyanı, Sırp isyanı… Kucağında bulduğu ilk mevzulardı bunlar. Tabii o isyanları aslında Osmanlı Devleti kendi gücüyle bastırma imkânına sahipti. Çünkü II. Abdülhamid öncesinde de kara ordusunun belirli bir gücü vardı. Ama sonradan büyük devletlerin devreye girmesi neticesinde o olay Osmanlı-Rus savaşına kadar gitti. Ve dolayısıyla Osmanlı-Rus Savaşı meydana gelince orada tabii ciddi bir mağlubiyet meydana geldi, 93 Harbi’nde. Ve onun neticesinde toprak kayıpları oldu ve Balkanlar’da üç bağımsız devlet kuruldu. Romanya, Sırbistan ve Karadağ.
Bu arada bir de tabii muhtar bir Bulgaristan kurulmuş oldu. Bulgaristan doğrudan Rusya’nın hâkimiyeti altında kurulan bir Bulgaristan. Aslında o meseleyi biraz açacak olursak şuna değinmek lazım. 1878 Mart’ında Rus orduları Yeşilköy’de. Yine burada çok ciddi bir sıkıntı var. Bir taraftan iflas etmişsiniz, bir taraftan Rus orduları Yeşilköy’e kadar gelmiş. Şimdi bunları nasıl çıkarırsınız? II. Abdülhamid de yeni padişah. Bu anlamda çok usta bir politika uygulamak lazım Rus ordusunu oradan çıkarmak için. Ve hemen akabinde de zaten Ayastefanos Antlaşması’nı dayatıyor Rusya. Bu feci bir anlaşma. Yani birtakım mali yönleri filan bir tarafa, çok yüksek bütçeli savaş tazminatı var burada. Ama esas olarak da Balkanlar’da üç bağımsız devlet kurulduğu gibi bir de Rusya egemenliğinde muhtar bir Bulgaristan kuruluyor. Ve bu Bulgaristan Karadeniz’den Ege Denizi’ne kadar uzanıyor. Yani Osmanlı coğrafyasını bölüyor. Ayastefanos Antlaşması’na göre Osmanlı coğrafyası üçe bölündü. Edirne bugünkü sınırlarımıza kadar olan bir kısım, biraz da kısmen batı Trakya’dan alır, araya da Bulgaristan girer. Orada Selanik ayrı bir bölgedir. Güya Osmanlı coğrafyasıdır ama bütünlük kalmamıştır. Araya Bulgaristan girmiştir. Ve ondan sonra Makedonya ve bugünkü Arnavutluk toprağı. Ama coğrafyamız bölünmüş.
93 Harbi’nde Rusların çok zulümleri var tabii ki. Rus ordusu geliyor çünkü. Diğerleri doğrudan savaşa dahil olmadılar. Diğerleri sadece savaşın nimetlerinden yararlanıp bağımsız olmayı başardılar. Bulgaristan da çok büyük bir Bulgaristan olarak yine Rus egemenliğinde kurulma imkânına sahip oldu bu Ayastefanos Antlaşması’yla. Fakat burada II. Abdülhamid çok ince bir politika ile bu Ayastefanos Antlaşması hükümlerini değiştirmeyi başarabildi. O dönemde aslında genel olarak II. Abdülhamid Kıbrıs’ı sattı diye genel bir kanaat var. Meseleye çok nüfuz edilmediği zaman böyle bakılır. Çünkü II. Abdülhamid Kıbrıs idaresini İngiltere’ye bıraktı o dönemde. İngiltere’nin de böyle bir talebi vardı gerçi. Ama burada çıkarlar örtüştüğü zaman tabii ki uluslararası politika ne gerektiriyorsa onu yapacaksınız. Kıbrıs’ın idaresini İngiltere’ye bırakırken şunu yaptı, Ayastefanos’un hükümlerini değiştirdi ve dolayısıyla ne oldu? Berlin’le yeni bir anlaşma yaptı 1878 Temmuz ayında. Berlin Antlaşması’yla Bulgaristan küçüldü ve Osmanlı coğrafyasındaki bütünlük tekrar sağlandı. Bu başlı başına önemli ve ciddi bir operasyondur. Çok başarılı bir operasyondur aynı zamanda. Yeşilköy’e kadar gelmiş olan Rus orduları da çekilip ülkelerine geri döndüler. Daha padişahlığının ilk yıllarında bunu başarmış olması II. Abdülhamid’in ileride de aslında bu tarz operasyonları sık sık yapabileceğinin bir göstergesidir. Ve nitekim bunları yapabilmiştir.
Haçlı Seferleri’ne bütün Avrupa birleşip beraberce geliyorlardı. Onların karşısında direnen Selçuklu Türkleri ciddi direnişler yaptılar. Ama burada Osmanlı’ya saldıran Avrupalı güçler bir taraftan da kendi içlerinde de rakipler. Onu unutmayacağız. Çünkü hepsi en iyi pay bana düşsün diyor. Öyle olunca da birleşmeleri çok da söz konusu olmuyor aslında. Ve nitekim II. Abdülhamid en çok da bundan yararlanmıştır. Mesela petroller... Musul petrolleri, Bağdat petrolleri… İngiltere hepsine ben sahip olacağım diyor. Paylaşmaya razı değil. Aslında II. Abdülhamid oradaki petrol bölgesinin ne kadar önemli olduğunun farkında ve dolayısıyla petrolü çıkarabilmek için ciddi çabalar sarf etti. Ama dönemin konjonktüründe bu tarz teknolojiye sahip çok fazla ülke yok. Şimdi öyle olunca ya İngiltere’yle beraber hareket edeceksiniz. Ama İngiltere diyor ki hepsi benim olacak. Ben paylaşmam diyor. Öyle olunca II. Abdülhamid de başka müttefikler arayışına giriyor. Ne yapıyor? Almanya’yla anlaşmayı tercih ediyor. Mesela meşhur Bağdat demiryolu projesi ve imtiyazı. Yıllar boyunca süren bir rekabet var burada. Uluslararası anlamda ülkelerin birbirleriyle olan mücadelesi var ve en sonunda kimlere verildi? Almanya’ya verildi. Çünkü Almanya paylaşmaya razı. İngiltere hepsi benim olacak diyor. Bu tarz farklar var. II. Abdülhamid bu anlamda tabii ki ülkelerin yapılarını da iyi bildiği için hangi ülkeye nasıl politika uygulanabilir buna hakim. Yani dış politikada usta bir kişi olduğunu söyleyebiliriz. Ve padişahlığı boyunca bunu uyguladı. Uyguladığı için de ülkenin ayakta kalması sağlandı II. Abdülhamid döneminde.
Hepsi istiyor ki Osmanlı Devleti parçalansın. Ama bir türlü parçalayamıyorlar. Çünkü burada dirayetli bir devlet başkanı var. Ustaca bir politika uyguluyor. Diğer taraftan da güçlü bir ordusu var gerçekten. Kara ordusu önemlidir. Ve şunu da hesap ediyordu. Rusya’yla başa baş savaşmak zorunda kalırsak biz onları tek başımıza yenmeliyiz. Bunun hazırlığını yapıyordu. Tabii bir taraftan da mümkün olduğu kadar savaştan uzak kalmak yine II. Abdülhamid’in politikalarındandı. Savaştan uzak kalmak bu anlamda işte; tarafsız, bağlantısız ve bağımsız. Ama mecbur kaldığımızda da savaşa da gireriz. Bu tarz politikalarla ülkeyi ayakta tutmayı başardı. Bir de devraldığına göre giderek daha güçlü olan ve uluslararası politikanın ciddi aktörlerinden biri haline dönüşmüş bir Osmanlı Devleti’ni görüyoruz II. Abdülhamid döneminde.
Şimdi bu çerçevede Avrupa’da da giderek şöyle bir konjonktür oluşuyor. Fransa Rusya’ya yanaşıyor giderek. İngiltere de bunların arasına katılıyor. Ve üçlü bir itilaf birliği ki bu Birinci Dünya Savaşı’na kadar gidecek bir süreç. Almanya ise Avusturya’yla akrabalık ilişkilerinden dolayı yakın. İtalya giderek onlara yaklaşacaktır. Orada da üçlü bir ittifak oluşacak. II. Abdülhamid bunları görüyor ve dolayısıyla dünyadaki sömürgeleri paylaşma veya paylaşamama konusunda bunların muhakkak hesaplaşacağını da düşündüğü için er geç bunların aralarında bir savaşa tutuşacaklarını biliyor. Biz o zaman savaşın dışında kalacağız ve onlar çok yıpranacaklar. Biz Osmanlı Devleti olarak buradan daha güçlü çıkacağız. Hesabı budur. Bu şekilde bir politika üretmiştir. Tabii ki Birinci Dünya Savaşı başladığında II. Abdülhamid padişah değildi. Dolayısıyla savaş çıktığında nasıl davranırdı, savaşa girer miydi girmez miydi onu kestiremeyiz. Ama kendi döneminde bu politikayı uyguluyordu. Yani kafasında bu vardı.
Bir de tabii Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü önemli onun için. Buna bir nevi hedefler manzumesi de diyebiliriz II. Abdülhamid için. Yine padişahlığı boyunca kafasında olan ve hayata geçirmiş olduğu hedefler manzumesi veya geçirmek istediği hedefler manzumesi var. Bir kere Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü önemli onun için. Egemenlik haklarını rahatlıkla kullanabilmesi önemli. Bunu yaptı. Bir de tabii kapitülasyonları kaldırmak istiyordu. Çok fazla çaba sarf etti bu anlamda. Fakat o bambaşka bir olay tabii. Kapitülasyonların kaldırılması çok zor bir şeydi. Özellikle de borcunuz olmayacak. Diğer taraftan şunu da biliyoruz ki bütün iktidarı boyunca Osmanlı borçlarını ödemek suretiyle bir hayli aza indirdi. Ve iki defa da ciddi operasyonlar yaparak borçların üzerinde ciddi indirimler sağladı. Dolayısıyla bu hedefler manzumesine de ulaşabiliyordu. Devlet kendi egemenlik gücünü kullanabiliyor mu, kullanabiliyor. II. Abdülhamid dönemi için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Toprak bütünlüğü anlamında da kafasında bir coğrafya var. Nasıl bir coğrafya? Anadolu merkezli bir Türk devleti. Bu Anadolu merkezli Türk devletinin bir Rumeli kısmı var. Bunun içinde Selanik muhakkak var. Elde tutulabilen oranda Rumeli’deki topraklar bu coğrafyanın ana unsuru olacak. Diğer taraftan tabii ki bugünkü petrol bölgeleri. Yani bugünkü Musul çevresi özellikle. Yine bugünkü Suriye. Ağırlıklı olarak da Türkmenlerin yaşadığı bölgeler. Filistin tabii ki tartışılmaz bir şekilde. Ve Hicaz bölgesi. Burası II. Abdülhamid için muhakkak savunulması gereken coğrafyadır. Kafasındaki korunması gereken coğrafyayı bu şekilde oluşturmuştur.
Afrika’da II. Abdülhamid döneminde tabii Trablusgarp vilayeti var. Trablusgarp vilayetini mümkün olduğu kadar elinizde tutmaya çabalarsınız. Kendi padişahlığı döneminde orada Recep Paşa var, Trablusgarp valisi ve kumandanı olarak. Osmanlı ordusunun Trablusgarp vilayetine doğrudan etki etmesi veya oraya ciddi bir askeri güç göndermesi ve orada bulundurması pek mümkün değil. Daha az askeri birlikle orayı tutmanız lazım. Bunun için de yapılması gereken nedir? Bunun için II. Abdülhamid’in kafasındaki proje -bunu aynı zamanda uygulamıştır da- orada yerel halkla iş birliği içinde bölgeyi ayakta tutabilmek. Bu anlamda ne oldu? Oradaki Müslümanlar, özellikle Tunusiler -aynı zamanda bunlar devlete de bağlıdır- dış güçlerin saldırılarına karşı Osmanlı valileriyle beraber hareket etmişlerdir. Dolayısıyla II. Abdülhamid tabii ki Trablusgarp’tan vazgeçmiş değil. Ama Filistin mi Trablusgarp mı derseniz Filistin daha önemli rol oynar. Çünkü o kafasındaki vazgeçilmez coğrafya içinde yer alır Filistin. Ama Trablusgarp’ı da mümkün olduğu kadar elinde tutmak ister. Nitekim kendi padişahlığı döneminde bunu başardı. Yani Trablusgarp doğrudan İstanbul’dan idare edilen bir Osmanlı vilayetiydi. Ama diğer taraftan da Avrupa’da öteden beri başlamış olan sömürgeleştirme amacıyla diğer coğrafyalara açılma politikaları çerçevesinde Trablusgarp vilayeti de İtalyanların ilgi alanına giriyordu. Ve diğer ülkeler de, İtalyanların onların sömürgelerinde gözü olmasın diye orayı peşkeş çekiyorlardı. İtalya öteden beri bu politikayı uygulayıp oraya el atma çabası içindeydi ama II. Abdülhamid döneminde bunu başaramadı. Birtakım ekonomik faaliyetleri filan var ama askeri anlamda bunu başaramadı. Daha sonra bu gündeme gelecek.
Trablusgarp vilayeti II. Abdülhamid’den sonra İttihat ve Terakki iktidarı 1908 ve sonrasında başlayınca, başlangıçta ciddi sıkıntılar var. Şu anlamda sıkıntılar var. Ülkede bir boşluk ortamı oluştu. Yani yeni bir süreç. Parlamentolu bir sisteme geçilmiş, meşruti bir sisteme geçilmiş. Diğer taraftan bir özgürlük ortamı olduğu söyleniyor ama o özgürlük ortamında her kafadan bir ses çıkıyor. Onun getirdiği bir kaos ortamı yaşanıyor. Dolayısıyla bu II. Meşrutiyet döneminin ilk aylarında, hatta ilk uzun bir süre devletin birtakım faaliyetlerinin çok da randımanlı olmaması gibi bir durum ortaya çıktı ve sıkıntılı bir süreç başladı. Yani iç meseleler daha ön plana çıkmaya başladı. Diğer taraftan bir bakıyorsunuz Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş. Avusturya Bosna Hersek’i ilhak etmiş. Yunanistan Girit’i ilhak etmiş. Bunun getirdiği dış gaileler de var. O yüzden bir süre İttihat ve Terakki iktidarı dış meselelerle ilgilenemedi. Öyle olunca da İtalya şunu gördü. Fırsat tam bu fırsattır. Dolayısıyla biz Trablusgarp’a bu vesileyle saldırırsak sonuç alabiliriz. Ve nitekim 1911 Eylül ayı gibi bir nota verildi Osmanlı Devleti’ne. Ve ondan sonra da Trablusgarp’a bir askeri harekât gerçekleştirdi. II. Abdülhamid döneminde de böyleydi. Yani oraya kendi askeri gücünüzle müdahale etmeniz zordu. Şimdi yine aynı durum var. Kendi askeri gücünüzle müdahale etmeniz zor. Dolayısıyla İtalya’nın Trablusgarp’a askeri harekat yaptığı dönemde gönüllü Türk subayları Trablusgarp’a giderek yine II. Abdülhamid dönemi politikasına benzer bir şekilde oradaki yerel halkı örgütlemek suretiyle İtalyanlara karşı direnmenin arayışı içinde oldular ve bunu yapabildiler de. Bu anlamda işte neyi görüyoruz? Mesela Enver Paşa. O zaman henüz Enver Bey. Mustafa Kemal Paşa, Mustafa Kemal Bey’dir. Enver Bey Binbaşı, Mustafa Kemal Bey Kolağası. İşte Fethi Okyar. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Bey. Amcası Halil Bey. Kuşçubaşı Eşref onun gibi, Nuri Conker aklıma gelenler… Yani aslında birçok Türk subayı gönüllü olarak giderek orada İtalyanlara karşı savaştılar. Ve bu savaşı oradaki yerli halkla iç içe olarak gerçekleştirdiler.
Evet, gayrinizami harp dediğimiz tarzda gerilla türü savaş. Çünkü başka türlü başarı şansınız yok. Yani düzenli ordularınız yok. Düzenli ordu olmayınca haliyle bu tarz bir savaş vereceksiniz. Diğer tarafta buraya giden subayların hemen hepsi daha önceden II. Abdülhamid döneminde Balkanlar’da, Rum çeteleriyle, Bulgar çeteleriyle, Sırp çeteleriyle bu tarz mücadeleleri çok yapmış ve başarıyla çıkmış komutanlar. O yüzden gerilla türü savaşı çok iyi biliyorlar. Nitekim bunu Trablusgarp’ta da uyguladılar. Ve İtalyanlar ciddi darbeler yedi aslında. Yani hiçbir zaman oradaki hedeflerine kolaylıkla ulaşamadılar. Derne’de mağlup oldular, Tobruk’ta mağlup oldular.
Bu gönüllü subayların oraya gitmesi daha sonra Teşkilatı Mahsusa adı verilecek olan örgütlenmenin de kısmen ortaya çıkması gibi bir süreci başlattı. Çünkü devlet kendi resmi ordusuyla ulaşamadığı yerler için bu şekilde birtakım mahalli güçleri kullanarak ve onların başına da birtakım subayları getirmek suretiyle gerilla tarzı birlikler oluşturmak veya gayrinizami güçler oluşturmak ve bu şekilde rakip ülkelerin çıkarlarını zedeleyecek şekilde askeri harekât yapma politikası uyguladı. Bu Trablusgarp Savaşı’yla başladı aslında. Burada netice de alındığını söyleyebiliriz. Başarılı oldu.
Muhakkak o dönemde Trablusgarp vilayetini oluşturan Afrikalı Müslümanlar Osmanlı subaylarıyla beraber hareket edip İtalyanlara karşı savaştılar. Tabii Trablusgarp vilayeti o kadar büyük ki... Zaten öteden beri bir mücadele de var. Mesela güneye doğru gittikçe sınırları nerede başlıyor nerede bitiyor bunlar çok belirli değil. Diğer taraftan Tunus’ta Fransızlar var, Cezayir’de Fransızlar var. Aslında onlarla da öteden beri hep bir mücadele söz konusu. Dolayısıyla 1911’den sonra meydana gelen bu Trablusgarp Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa unsurları diyebileceğimiz güçler ciddi bir mücadele verdiler. Orada bir başarı da yakalandı.
Aslında Trablusgarp’taki Osmanlı subaylarının direnişi belki daha da devam edecekti fakat 1912 Ekim ayında Balkan Savaşı çıkınca birçok subay bu defa oradan ayrılıp Balkan Savaşı için ülkeye geri dönmek durumunda kaldılar. Öyle olunca tabii Trablusgarp’taki mücadele biraz sekteye uğradı. Ama bununla beraber o mücadele Birinci Dünya Savaşı’nda da hala devam edecekti. En son Birinci Dünya Savaşı sonuna doğru Şehzade Osman Fuat Efendi oradaki Müslümanları hala örgütleyip İtalya’ya karşı direniş yapacak şekilde bir mücadele sürdürüyordu. Teşkilat-ı Mahsusa meselesine gelince de giderek bu gönüllü birliklerden oluşan, başlarında da muvazzaf subayların bulunduğu yapılanma Balkan Savaşı’nda da aslında birçok faaliyet gösterdi. Özellikle Edirne’nin geri alınması ve ondan sonra da Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kurulması gibi bir süreç yaşandı ki burada Kuşçubaşı Eşref Bey’in önemli bir rolü olduğunu biliyoruz. Tabii ki dönemin siyasi konjonktürü gereği o cumhuriyet bir iki ay kadar hayatiyetini devam ettirdi. Sonra ortadan kalkmak zorunda kaldı. Diğer taraftan da bu Teşkilat-ı Mahsusa unsurlarının belirli bir başarıyı yakalayabildiğinin de bir göstergesi oldu.
Teşkilat-ı Mahsusa hem bir istihbarat teşkilatıdır, hem de birtakım operasyonlar düzenleyen bir teşkilattır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla beraber genişleme durumuna girmiştir. O süreç de şöyle işliyor. Henüz savaşa girmeden Türkiye Almanya’yla bir ittifak anlaşması yaptı. 2 Ağustos 1914’te. O ittifak anlaşmasıyla Almanya’nın yanında savaşa girme sürecinin başlayacağı aşağı yukarı belli oldu. O dönem İttihat ve Terakki iktidarı: Sait Ali Paşa Sadrazam, Talat Paşa Dahiliye Nazırı, Enver Paşa Harbiye Nazırı… Mümkün olduğu kadar süreci geciktirmeye çalışıyorlar. Ve bu arada seferberlik de ilan edilmiştir. Süreci geciktirmeye çalışıyorlar ama bir şekilde artık işin içinde olunması söz konusu. O zaman mücadele vereceğiniz ülkeler hangileri? İngiltere’yle mücadele içinde olacaksınız, Fransa’yla mücadele içinde olacaksınız ve Rusya’yla mücadele içinde olacaksınız. Öyleyse bunların birtakım çıkarlarını zedelemeniz lazım. Çünkü bu üç devletin de çok büyük oranda sömürgeleri var ve bu sömürgeler yine büyük oranda Müslüman nüfus barındırıyor. Dolayısıyla o Müslüman nüfusu organize ederek bu ülkelerin çıkarlarına zarar verecek şekilde operasyonlar yapma fikri doğuyor. Öyle olunca da Teşkilat-ı Mahsusa bu defa resmileşmiş bir konuma geliyor ve adına da Umuru Şarkiye dairesi deniyor. Süleyman Askeri Bey’dir ilk başkanı ki Birinci Dünya Savaşı’nın Irak Cephesi’nde İngilizlerin Basra Körfezi’ne çıkarma yapmasından sonra orada ciddi mücadeleleri vardır. Bu ülkelerin çıkarlarına zarar vermek için gönüllüler buluyorsunuz. Bunlar aynı zamanda çok vatansever insanlar, fedakârca çalışan insanlar. Şehit olmayı göze almış insanlar. Ölümü umursamayan insanlar. Bu anlamda tabii ki başarı şansı yüksek ama diğer taraftan da çok fazla kişi yok. Maddi anlamda da desteklenmesi lazım. Teşkilat-ı Mahsusa’nın daha kuruluşundan itibaren aslında en büyük problemi maddi zafiyettir. Ortadoğu’da İngilizlerle rekabet ediyorsunuz. İngilizler sandık sandık altın dağıtıyor. Siz aynı şeyi yapabiliyor musunuz, yapamıyor musunuz? Öyle olunca da İngilizler hep bir adım önde oluyor. Çünkü onların da casusları var. Bir şekilde Türklerin çıkarlarına darbe vuracak faaliyetlerde bulunuyorlar.
Bu tarz istihbari işlerde maddi kaynak çok önemlidir. II. Abdülhamid müthiş bir teşkilat oluşturmuştur, Yıldız İstihbarat Teşkilatı. Çok güçlüdür. II. Abdülhamid’in çok iktisat sever bir padişah olduğunu biliyoruz. Tutumlu bir insandır. Çok para harcamayı sevmez. Tasarrufludur. Ama mesele istihbarat olunca hiç para esirgemez. Yıldız İstihbaratı için Hazine-i Hassa kaynaklarını sonuna kadar kullanmıştır. Öyle olunca da başarılı oluyorsunuz. Maddi kaynakları var çünkü. Ama maddi kaynaklarınız yetersiz olduğu oranda da başarı şansınız azalır. Teşkilatı Mahsusa Birinci Dünya Savaşı kapsamında İspanya’dan Afganistan’a kadar, Rusya içlerine kadar, belki Hindistan’a kadar birçok yerde faaliyet gösterdi ki esas olarak da Ortadoğu’da faaliyet gösterdi. İşte Yemen’de, Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta, Mısır’da… Bütün buralarda aslında hep faaliyet gösterildi. Belli bir başarı yakalansa da sonuç alıcı olmadı bu. Bunun temel sebebi de maddi kaynakların yetersiz olması ve karşıdaki güçlerin de hatırı sayılır güçler olmaları. Netice itibarıyla dünyanın en güçlü devleti İngiltere var karşınızda, o dönem itibarıyla. Sadece İngiltere yok; bir taraftan Fransa var, bir taraftan Rusya... O güçlerle mücadele etmek kolay bir şey değil. Ama onlarla mücadeleyi göze alabilmek ve bu mücadeleyi büyük oranda yapabilmek de aslında o dönemde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu konumu gösterir. Rakibiniz güçlüyse ve siz onunla mücadele ediyorsanız aslında siz de güçlüsünüz demektir. Meseleye böyle de bakmak lazım. Yani “Düvel-i Muazzama” deniyor o dönemde bu devletlerin ismine. Düvel-i Muazzama ama işte o Düvel-i Muazzama’nın unsurlarından biri de Osmanlı. Yani altı tane devlet varsa, o altının biri de Osmanlı Devleti. Bu demek oluyor ki o dönemin Osmanlı Devleti’ni çok önemsememiz lazım.
Kısmi başarılar her zaman mümkün. Yani Teşkilat-ı Mahsusa’nın uzun yıllar süren savaş boyunca bireysel anlamda veya kısmi anlamda başarı kazanması pekâlâ mümkündü ve bunlar yaşanabildi. Hayber örneğini de o çerçevede değerlendirmek lazım. Ama genel anlamda baktığımızda tabii ki gücü sınırlı kalmıştır.
Teşkilatı Mahsusa’ya zaten İttihat ve Terakki’yle iç içe olarak bakmak lazım. Yani İttihat ve Terakki siyasi bir partidir. Ama onun gizli örgütlenmesi diyebileceğimiz yapı da Teşkilat-ı Mahsusa’dır. Dolayısıyla birçok ittihatçı aslında diğer taraftan da Teşkilat-ı Mahsusa üyesidir ki mesela Mehmet Akif’i de bunların içinde sayabiliriz. Kuşçubaşı Eşref ismi bayağı bir efsane olmuştur. Zenci Musa mesela bu anlamda Teşkilat-ı Mahsusa’nın içinde ciddi hizmetler vermiş bir kişidir. Tabii ki savaş kaybedilince ve mütareke imzalandıktan sonra her ne kadar Teşkilat-ı Mahsusa lağvedilmiş olsa da unsurlar her şeyiyle oradalar. Ve bunların son derece vatansever insanlar olduklarını da biliyoruz. Doğal olarak bunlar boş durmayacaklardır. Nitekim İstanbul işgal edildikten sonra ve Anadolu’da mücadele başladıktan sonra bu Teşkilat-ı Mahsusa unsurları hem İstanbul’da hem de Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa’nın yanında faaliyetlere devam ediyorlar aslında. Çünkü bu işi bir kerede çok iyi becerebilen insanlar bunlar. Dolayısıyla hizmetleri sonradan da devam etmiştir. Adı Teşkilat-ı Mahsusa değildir ama Karakol Cemiyeti’dir. Karakol Cemiyeti’ni Talat Paşa İstanbul’dan ayrılmadan önce Kara Kemal’e özellikle tembihlemiştir. O mütarekeden hemen sonra 1 Kasım 1918’de Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa ülkeden ayrıldılar. Kara Kemal çok önemli bir İttihatçıdır. Talat Paşa “Büyük Efendi” olarak bilinir İttihatçılar arasında, Kara Kemal de “Küçük Efendi” olarak bilinir. Konumu da bir hayli ön plandadır. Dolayısıyla Kara Kemal’e bu tavsiyede bulunmuştur. “Örgütlenmenizi devam ettirin” şeklinde. Dolayısıyla Kara Kemal ve Kara Vasıf Bey bilahare Talat Paşa’nın o önerisi doğrusunda Karakol Teşkilatı’nı kurdular. Onun gibi İstanbul’da faaliyet gösteren, aslında hepsi birer Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olan birçok örgütlenme var. Ve onların bir kısmı da zaten Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın yanında.
İstanbul’dan Ankara’ya silah kaçırma, İstanbul’dan Ankara’ya gitmesi gereken insanların oraya ulaştırılması… Bunları yaparken de cansiperane hareket etmek zorundasınız. Çünkü işgal altında olan bir şehirden, İngilizlerin gözünden kaçacak şekilde silahları temin etmek ve onları Anadolu’ya geçirmek kolay bir şey değil. Ve bütün bunlar yapılabildi. Yapılırken bunun göstergesi nedir? Oradaki Teşkilat-ı Mahsusa’nın tabii ki alt yapısı. Oradan yetişmiş olan insanlar bu defa isimlerini değiştirmiş olarak ülkelerine hizmet anlamında ciddi faaliyet gösterdiler. Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlandığını bildiğimize göre demek ki bu defaki faaliyetleri ve çabaları boşa gitmemiş ve nitekim ülkemizi işgal etmiş olan devletler buradan çekip gitmek zorunda kaldılar. Yenilerek ayrılmak zorunda kaldılar.
Osmanlı Devleti 1911’de Trablusgarp Savaşı’yla bir savaş sürecine girdi ve ondan sonra Balkan Savaşları çıktı 1912-13’te. Sonra da Birinci Dünya Savaşı, 1914 ve 1918. Onun dışında da bir Milli Mücadele dönemi var. O da 1919-1922. Şöyle bir baktığımızda 11 yıllık çok uzun bir süreden söz ediyoruz. Bu 11 yıl boyunca dünyanın en güçlü devletlerine karşı savaşıyorsunuz. Bu kolay bir şey değildir. Maddi ve manevi anlamda çok yıpratır. Toplumu ve ülkeyi son derece yıpratır. Gerçekten de yıpratıcı olmuştur. Bütün bunlara rağmen ayakta kalmayı başarabilmiş bir toplum ve ülke var. Birtakım kahramanlar var tabii ki. Burada cansiperane bir şekilde vatanları için, dinleri için, Müslümanlık için mücadele eden insanlar var ve onların tabii çok önemli hikâyeleri var. Bu kahramanları muhakkak bilmemiz gerekiyor tabii ki. Normal bir insanın başaramayacağı birçok şeyi hayata geçirmek suretiyle bu mücadelenin içinde yer aldılar ve bu ülkenin kurtuluşu için ciddi çabalar verdiler. Bu uğurda hayatlarını hiçe saydılar ve neticede başarıya ulaştılar. 11 yıl boyunca ismini saymakta güçlük çekeceğimiz sayısız kahramanları da muhakkak her zaman hatırlamamız gerekiyor. Çünkü onlar ülkelerini son derece seven, dinleri için, Müslümanlık için, şehit olmak için savaşan insanlardı. Dolayısıyla bugün bizim onlara ciddi anlamda minnet borcumuz vardır.
19. yüzyılın son çeyreğine baktığımızda gerek Osmanlı Türkiye’si açısından gerekse dünya konjonktürü açısından ilginç gelişmeler vardı. Mesela Osmanlı Türkiyesi’nde II. Abdülhamid’in padişah olması ve aşağı yukarı 33 yıllık sürecek bir devlet başkanlığı dönemi… Ve bu süre içinde önemli icraatların gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Tabii II. Abdülhamid zor bir ülke devralmıştı. Öncelikle buna değinmek lazım. Çünkü bir kere, bir yıl önce iflas etmişti Osmanlı Devleti ve bunun getirdiği sıkıntılar yaşanıyordu. Hemen akabinde de meydana gelen bir Osmanlı-Rus savaşı, 1877-78, diğer adıyla 93 Harbi. II. Abdülhamid padişah olduğunda bunu da göğüslemek zorunda kaldı. Dolayısıyla böyle zor bir konjonktürde ve de çok da hazır olmadığı bir anda bütün bu gelişmelerle karşı karşıya buldu kendini. Ve aslında çok da hazır olmamasına rağmen birtakım, gerçekten önemli sayabileceğimiz yetenekleri sayesinde uçurumun kenarına gelmiş bir ülkeyi oradan çekip çıkarmayı başarabilmişti.
II. Abdülhamid’in bir başarı hikâyesi var bütün padişahlığı boyunca. Sıkıntılı bir ülke devraldı, o ülkeyi giderek dünyanın önemli güçlerinden biri haline dönüştürdü ve siyasi anlamda olsun, askeri anlamda olsun önemli bir dünya devleti konumuna getirdi. Dolayısıyla II. Abdülhamid’in padişahlık yaptığı dönemlerde Avrupa konjonktürüne de bakmak lazım. Çünkü bu ilişkiler doğrudan Osmanlı Devleti’ni etkilemekteydi. O devletlerin içinde bulunduğu konum da Osmanlı Devleti’ni etkilemektedir. Buna bağlı olarak da devlet ve devlet başkanı olarak II. Abdülhamid politika üretmek durumunda kalmaktaydı.
Şimdi 19. yüzyılın son çeyreğinde dünyanın, özellikle de Avrupa’nın konjonktüründe şu tarz gelişmeler yaşanıyor. Tabii İngiltere, Fransa ve Rusya önemli birer güç olarak zaten mevcut konumlarını sürdürüyorlar. İtalyan birliğinin sağlanmasıyla İtalya da ön plana çıkmaya çalışan bir devlet olarak tarih sahnesinde ortaya çıkıyor. Bundan daha önemlisi ise 1870 yılında Prusya-Fransız savaşında Prusya’nın Fransa’yı mağlup etmesiyle Alman birliğinin sağlanması ve ondan sonra Almanya devasa anlamda bir dünya devleti haline dönüşecek politikalar üretmeye başlayacak olmasıdır. Bu, uluslararası konjonktürde de değişme anlamını taşır.
Bu yıllara gelene kadar Avrupa ülkeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü korumak gibi bir politika üretmişlerdir. Sebebi de şu; Rusya eğer Osmanlı Devleti üzerinde ciddi bir hâkimiyet kurarsa bunun sonucunda sıcak denizlere inecek ve bu da kendi politikalarının zedelenmesine yol açacak. İngiltere hep öteden beri Hindistan yolunun güvenlik altında bulundurulmasını tercih eder.
Süveyş Kanalı açıldıktan sonra Doğu Akdeniz çok önemli hale gelmiştir ve burada Rusya hakimiyetini İngiltere istemez. Aynı gerekçeler Fransa için de geçerlidir. Fransa da sıcak denizlere inmesini istemez Rusya’nın. Bu anlamda Osmanlı Devleti’ne destek olmaya başladılar. Fakat 93 Harbi’nden sonra bu süreç değişti. 93 Harbi’nden sonra, yani aynı zamanda II. Abdülhamid’in de yeni padişah olduğu bir dönemde, artık Avrupa devletleri bu politikalarını değiştirdiler ve Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü sağlamak yerine bir an önce Osmanlı Devleti’nin yıkılması şeklinde politikalar üretmeye başladılar. Ve baktığımızda şunu da görebiliyoruz. Dönem itibarıyla dünyanın aşağı yukarı yüzde 85’i sömürge. Bu sözünü ettiğim ülkelerin elinde sömürge olarak bulunanlar arasında hatırı sayılır Müslüman toplumlar da var. Ve ayakta kalabilmiş, bağımsız kalabilmiş nadir ülkelerden biri Osmanlı Devleti. Dolayısıyla onu da yok etme veya onu da bölme ve parçalama çabaları bu dönemden itibaren yoğunlaşmaya başlayacaktır.
Burada Almanya faktörü devreye girince o dönemin Alman Başbakanı, Prens Bismarck şöyle bir politika geliştiriyor kendince. Bu uluslararası politikayı da etkileyecek bir süreç. Fransa’yı mağlup ettikten sonra Fransa’nın yeni bir intikam savaşına girmesini engellemek için Fransızları başka yere kanalize etmeye çalışıyor. O başka yer neresi? Kuzey Afrika. Dolayısıyla Prens Bismarck’ın politikası doğrudan Osmanlı Devleti’ni de etkilemeye başlıyor. Tunus’u pekâlâ işgal edebilirsiniz, biz sesimizi çıkarmayız şeklinde bir politika. Fransa’ya bir nevi taviz verilmesi ama onun karşılığında da Fransa’nın Almanya ile uğraşmaması bekleniyor.
Aynı Prens Bismarck bu sefer Rusya’ya da yine Almanya’yla çok uğraşmamaları için Türkistan’da istediğiniz gibi açılabilirsiniz şeklinde öneriler getirmek suretiyle yeni politikalar, yeni konjonktürler meydana gelmesini sağlıyor. Bir süre sonra tabii ki bu, Türk-İslam dünyasını da ilgilendiren politikalar haline dönüşüyor.
Şunu da görüyoruz tabii ki, yoğun bir saldırı… Artık İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya yoğun bir saldırı ve Osmanlı Türkiye’sini bir an önce yıkma çabasına giriyor. Bu 1878’den sonra sık sık karşımıza çıkan bir mesele, şark meselesi... Şark meselesi aslında Osmanlı İmparatorluğu’nu bir an önce yıkabilmenin yöntemini hazırlamak. Ve bunu uzun süre kullanacaklar. Hatta şunu diyorlar: “Burada hasta bir adam var.” Psikolojik bir harp tekniğidir aslında. Osmanlı Devleti’ne hasta adam demek. “Bu zaten yıkılacak. Bir an önce biz bunu öldürelim ve mirasını paylaşalım” gibi bir imaj. Hâlbuki Osmanlı Devleti II. Abdülhamid döneminde yıkılmak bir tarafa, giderek kendini toparlıyor ve güçlü bir ülke haline dönüşüyor.
Bu yoğun saldırılar sürerken II. Abdülhamid de kendine göre politikalar oluşturdu. Bu politikalara baktığımızda ana hatlarıyla şunu görüyoruz. Bir kere, dış politika anlamında bir prensip belirlemiştir kendine. O da şudur: Bağımsız, bağlantısız ve tarafsız. Bunu sık sık muhataplarına vurgulamıştır. Çünkü gerek Avrupalı sefirlerle yapmış olduğu görüşmelerde, gerek yine Avrupalı gazetecilerle yapmış olduğu görüşmelerde, İmparator II. Wilhelm’in Türkiye’yi ziyareti vesilesiyle onunla olan münasebetlerinde de hep bu politikayı vurgulamıştır. Biz; bağlantısızız, tarafsızız ve bağımsızız… Bunu niye yapıyordu? Çünkü II. Abdülhamid şunu görmüştü. Özellikle Avrupa ülkeleri, dünyayı bir sömürge haline dönüştürmüş olan ve giderek kendilerine sömürge yetmediği için birbirlerinin sömürdüğü topraklara göz diken Avrupalıların eninde sonunda bir hesaplaşma içine gireceğini hesap ediyordu.
Almanya büyük bir imparatorluk haline dönüştü fakat milli birliğini daha geç sağladığı için dünyaya şöyle bir baktığı zaman Afrika, Güney Asya, Amerika hep sömürge haline dönüşmüştü. İşte bir bakıyoruz ya İngiltere’nin elinde, ya Fransa’nın elinde, ya Rusya’nın elinde veya daha küçük bir devlet olarak Hollanda’nın sömürgesinde. Dolayısıyla kendine düşen pay neredeyse kalmamış. Doğal olarak burada bir rekabet ortaya çıkıyor. Yani bir Alman-İngiliz rekabeti ortaya çıkıyor. Bir Alman-Fransız rekabeti ortaya çıkıyor. Öyle olunca da bir şekilde bunlar ileriki aşamalarda savaşarak bu hesaplaşmayı görmek durumunda kalacağını II. Abdülhamid hesaplıyor. Ve buradaki çekişmeyi yine gayet iyi görebildiği için de özellikle İngiltere’nin, Rusya’nın ve Fransa’nın Osmanlı toprak bütünlüğünü güvence altına almaktan öte Osmanlı Devleti’ni bir an önce yıkmayı tercih ettiklerini bildiği için bu defa Almanya’yı önemli bir güç olarak kendi yanına çekmeyi başarabiliyor. Dolayısıyla Almanya siyasi anlamda II. Abdülhamid Türkiye’sine destek vermiştir. Burada karşılıklı bir menfaat söz konusudur. Yani hem II. Abdülhamid Türkiye’sinin menfaati söz konusudur, hem de Almanya’nın bu şekilde Orta Doğu’ya açılması noktasında menfaati söz konusudur. Mesela Basra Körfezi’nde İngiltere Osmanlıyla bir mücadele halinde. Petrol var bölgede çünkü. Dolayısıyla İngiltere petrole el koyabilmek için oraya bir huruç hareketi yapmaya çalışıyor. Basra Körfezi’nden Osmanlı coğrafyasına girmeye çalışıyor.
II. Abdülhamid burada ciddi direnişler yapıyor tabii ki. Ama bunu yaparken de Almanya’nın siyasi desteğini yanına aldığı zaman daha güçlü hale geliyor. Benzer politikaları, Orta Doğu’da olsun, Balkanlar’da olsun uyguladı ve burada bir başarı hikâyesi ortaya çıkardı. Çünkü bakıyorsunuz II. Abdülhamid döneminde Türkiye uluslararası siyasetin önemli bir aktörü haline dönüşüyor. Ülkeler arasındaki rekabeti çok iyi kullanıyor. Onların birbirleriyle mücadele etmesini sağlıyor. Oradan da güçlü bir Türkiye yaratma çabası içinde. Bunu yaratabilmenin en önemli unsurlarından biri de tabii ki güçlü bir ordu. Nitekim II. Abdülhamid dönemindeki işte o Mektebi Harbiye son derece mükemmel bir hale dönüştürülmüştür. Orda çok değerli kurmay subaylar yetişmiştir. Ve gerçekten önemli bir kara ordusuna sahiptir II. Abdülhamid Türkiye’si. Nitekim bunun gücünü 1897 Osmanlı-Yunan savaşında görüyoruz. Yunanistan bütün Avrupa’nın desteğini alarak Osmanlı Devleti’ne savaş açma gibi bir gaflette bulundu. Bir ay içinde perişan oldu. Niye? Çünkü II. Abdülhamid’in hazırlamış olduğu o güçlü ordu bunu başarabildi. Ama orada da yine II. Abdülhamid’in ciddi bir stratejisi var. Yunanistan Girit meselesi dolayısıyla Osmanlı Devleti’ne kafa tutar gibi bir tavır alıyor. Ama karşısında büyük bir devlet var, Osmanlı Devleti. Ama buna rağmen, Osmanlı Devleti’nin güçlü ordusu olmakla beraber, II. Abdülhamid Yunanistan’ı izole edecek şekilde bir politika uyguluyor. Özellikle Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerinde; Sırbistan’la olan ilişkisinde, Bulgaristan’la olan ilişkisinde Yunanistan’ı izole ediyor. Yalnız kaldığı anda savaş açıyor ve bir ay içinde duman ediyor Yunanistan’ı Osmanlı.
Padişah olduğu zaman Balkanlar’da ciddi isyanlar vardı. Bulgar isyanı, Bosna Hersek isyanı, Sırp isyanı… Kucağında bulduğu ilk mevzulardı bunlar. Tabii o isyanları aslında Osmanlı Devleti kendi gücüyle bastırma imkânına sahipti. Çünkü II. Abdülhamid öncesinde de kara ordusunun belirli bir gücü vardı. Ama sonradan büyük devletlerin devreye girmesi neticesinde o olay Osmanlı-Rus savaşına kadar gitti. Ve dolayısıyla Osmanlı-Rus Savaşı meydana gelince orada tabii ciddi bir mağlubiyet meydana geldi, 93 Harbi’nde. Ve onun neticesinde toprak kayıpları oldu ve Balkanlar’da üç bağımsız devlet kuruldu. Romanya, Sırbistan ve Karadağ.
Bu arada bir de tabii muhtar bir Bulgaristan kurulmuş oldu. Bulgaristan doğrudan Rusya’nın hâkimiyeti altında kurulan bir Bulgaristan. Aslında o meseleyi biraz açacak olursak şuna değinmek lazım. 1878 Mart’ında Rus orduları Yeşilköy’de. Yine burada çok ciddi bir sıkıntı var. Bir taraftan iflas etmişsiniz, bir taraftan Rus orduları Yeşilköy’e kadar gelmiş. Şimdi bunları nasıl çıkarırsınız? II. Abdülhamid de yeni padişah. Bu anlamda çok usta bir politika uygulamak lazım Rus ordusunu oradan çıkarmak için. Ve hemen akabinde de zaten Ayastefanos Antlaşması’nı dayatıyor Rusya. Bu feci bir anlaşma. Yani birtakım mali yönleri filan bir tarafa, çok yüksek bütçeli savaş tazminatı var burada. Ama esas olarak da Balkanlar’da üç bağımsız devlet kurulduğu gibi bir de Rusya egemenliğinde muhtar bir Bulgaristan kuruluyor. Ve bu Bulgaristan Karadeniz’den Ege Denizi’ne kadar uzanıyor. Yani Osmanlı coğrafyasını bölüyor. Ayastefanos Antlaşması’na göre Osmanlı coğrafyası üçe bölündü. Edirne bugünkü sınırlarımıza kadar olan bir kısım, biraz da kısmen batı Trakya’dan alır, araya da Bulgaristan girer. Orada Selanik ayrı bir bölgedir. Güya Osmanlı coğrafyasıdır ama bütünlük kalmamıştır. Araya Bulgaristan girmiştir. Ve ondan sonra Makedonya ve bugünkü Arnavutluk toprağı. Ama coğrafyamız bölünmüş.
93 Harbi’nde Rusların çok zulümleri var tabii ki. Rus ordusu geliyor çünkü. Diğerleri doğrudan savaşa dahil olmadılar. Diğerleri sadece savaşın nimetlerinden yararlanıp bağımsız olmayı başardılar. Bulgaristan da çok büyük bir Bulgaristan olarak yine Rus egemenliğinde kurulma imkânına sahip oldu bu Ayastefanos Antlaşması’yla. Fakat burada II. Abdülhamid çok ince bir politika ile bu Ayastefanos Antlaşması hükümlerini değiştirmeyi başarabildi. O dönemde aslında genel olarak II. Abdülhamid Kıbrıs’ı sattı diye genel bir kanaat var. Meseleye çok nüfuz edilmediği zaman böyle bakılır. Çünkü II. Abdülhamid Kıbrıs idaresini İngiltere’ye bıraktı o dönemde. İngiltere’nin de böyle bir talebi vardı gerçi. Ama burada çıkarlar örtüştüğü zaman tabii ki uluslararası politika ne gerektiriyorsa onu yapacaksınız. Kıbrıs’ın idaresini İngiltere’ye bırakırken şunu yaptı, Ayastefanos’un hükümlerini değiştirdi ve dolayısıyla ne oldu? Berlin’le yeni bir anlaşma yaptı 1878 Temmuz ayında. Berlin Antlaşması’yla Bulgaristan küçüldü ve Osmanlı coğrafyasındaki bütünlük tekrar sağlandı. Bu başlı başına önemli ve ciddi bir operasyondur. Çok başarılı bir operasyondur aynı zamanda. Yeşilköy’e kadar gelmiş olan Rus orduları da çekilip ülkelerine geri döndüler. Daha padişahlığının ilk yıllarında bunu başarmış olması II. Abdülhamid’in ileride de aslında bu tarz operasyonları sık sık yapabileceğinin bir göstergesidir. Ve nitekim bunları yapabilmiştir.
Haçlı Seferleri’ne bütün Avrupa birleşip beraberce geliyorlardı. Onların karşısında direnen Selçuklu Türkleri ciddi direnişler yaptılar. Ama burada Osmanlı’ya saldıran Avrupalı güçler bir taraftan da kendi içlerinde de rakipler. Onu unutmayacağız. Çünkü hepsi en iyi pay bana düşsün diyor. Öyle olunca da birleşmeleri çok da söz konusu olmuyor aslında. Ve nitekim II. Abdülhamid en çok da bundan yararlanmıştır. Mesela petroller... Musul petrolleri, Bağdat petrolleri… İngiltere hepsine ben sahip olacağım diyor. Paylaşmaya razı değil. Aslında II. Abdülhamid oradaki petrol bölgesinin ne kadar önemli olduğunun farkında ve dolayısıyla petrolü çıkarabilmek için ciddi çabalar sarf etti. Ama dönemin konjonktüründe bu tarz teknolojiye sahip çok fazla ülke yok. Şimdi öyle olunca ya İngiltere’yle beraber hareket edeceksiniz. Ama İngiltere diyor ki hepsi benim olacak. Ben paylaşmam diyor. Öyle olunca II. Abdülhamid de başka müttefikler arayışına giriyor. Ne yapıyor? Almanya’yla anlaşmayı tercih ediyor. Mesela meşhur Bağdat demiryolu projesi ve imtiyazı. Yıllar boyunca süren bir rekabet var burada. Uluslararası anlamda ülkelerin birbirleriyle olan mücadelesi var ve en sonunda kimlere verildi? Almanya’ya verildi. Çünkü Almanya paylaşmaya razı. İngiltere hepsi benim olacak diyor. Bu tarz farklar var. II. Abdülhamid bu anlamda tabii ki ülkelerin yapılarını da iyi bildiği için hangi ülkeye nasıl politika uygulanabilir buna hakim. Yani dış politikada usta bir kişi olduğunu söyleyebiliriz. Ve padişahlığı boyunca bunu uyguladı. Uyguladığı için de ülkenin ayakta kalması sağlandı II. Abdülhamid döneminde.
Hepsi istiyor ki Osmanlı Devleti parçalansın. Ama bir türlü parçalayamıyorlar. Çünkü burada dirayetli bir devlet başkanı var. Ustaca bir politika uyguluyor. Diğer taraftan da güçlü bir ordusu var gerçekten. Kara ordusu önemlidir. Ve şunu da hesap ediyordu. Rusya’yla başa baş savaşmak zorunda kalırsak biz onları tek başımıza yenmeliyiz. Bunun hazırlığını yapıyordu. Tabii bir taraftan da mümkün olduğu kadar savaştan uzak kalmak yine II. Abdülhamid’in politikalarındandı. Savaştan uzak kalmak bu anlamda işte; tarafsız, bağlantısız ve bağımsız. Ama mecbur kaldığımızda da savaşa da gireriz. Bu tarz politikalarla ülkeyi ayakta tutmayı başardı. Bir de devraldığına göre giderek daha güçlü olan ve uluslararası politikanın ciddi aktörlerinden biri haline dönüşmüş bir Osmanlı Devleti’ni görüyoruz II. Abdülhamid döneminde.
Şimdi bu çerçevede Avrupa’da da giderek şöyle bir konjonktür oluşuyor. Fransa Rusya’ya yanaşıyor giderek. İngiltere de bunların arasına katılıyor. Ve üçlü bir itilaf birliği ki bu Birinci Dünya Savaşı’na kadar gidecek bir süreç. Almanya ise Avusturya’yla akrabalık ilişkilerinden dolayı yakın. İtalya giderek onlara yaklaşacaktır. Orada da üçlü bir ittifak oluşacak. II. Abdülhamid bunları görüyor ve dolayısıyla dünyadaki sömürgeleri paylaşma veya paylaşamama konusunda bunların muhakkak hesaplaşacağını da düşündüğü için er geç bunların aralarında bir savaşa tutuşacaklarını biliyor. Biz o zaman savaşın dışında kalacağız ve onlar çok yıpranacaklar. Biz Osmanlı Devleti olarak buradan daha güçlü çıkacağız. Hesabı budur. Bu şekilde bir politika üretmiştir. Tabii ki Birinci Dünya Savaşı başladığında II. Abdülhamid padişah değildi. Dolayısıyla savaş çıktığında nasıl davranırdı, savaşa girer miydi girmez miydi onu kestiremeyiz. Ama kendi döneminde bu politikayı uyguluyordu. Yani kafasında bu vardı.
Bir de tabii Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü önemli onun için. Buna bir nevi hedefler manzumesi de diyebiliriz II. Abdülhamid için. Yine padişahlığı boyunca kafasında olan ve hayata geçirmiş olduğu hedefler manzumesi veya geçirmek istediği hedefler manzumesi var. Bir kere Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü önemli onun için. Egemenlik haklarını rahatlıkla kullanabilmesi önemli. Bunu yaptı. Bir de tabii kapitülasyonları kaldırmak istiyordu. Çok fazla çaba sarf etti bu anlamda. Fakat o bambaşka bir olay tabii. Kapitülasyonların kaldırılması çok zor bir şeydi. Özellikle de borcunuz olmayacak. Diğer taraftan şunu da biliyoruz ki bütün iktidarı boyunca Osmanlı borçlarını ödemek suretiyle bir hayli aza indirdi. Ve iki defa da ciddi operasyonlar yaparak borçların üzerinde ciddi indirimler sağladı. Dolayısıyla bu hedefler manzumesine de ulaşabiliyordu. Devlet kendi egemenlik gücünü kullanabiliyor mu, kullanabiliyor. II. Abdülhamid dönemi için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Toprak bütünlüğü anlamında da kafasında bir coğrafya var. Nasıl bir coğrafya? Anadolu merkezli bir Türk devleti. Bu Anadolu merkezli Türk devletinin bir Rumeli kısmı var. Bunun içinde Selanik muhakkak var. Elde tutulabilen oranda Rumeli’deki topraklar bu coğrafyanın ana unsuru olacak. Diğer taraftan tabii ki bugünkü petrol bölgeleri. Yani bugünkü Musul çevresi özellikle. Yine bugünkü Suriye. Ağırlıklı olarak da Türkmenlerin yaşadığı bölgeler. Filistin tabii ki tartışılmaz bir şekilde. Ve Hicaz bölgesi. Burası II. Abdülhamid için muhakkak savunulması gereken coğrafyadır. Kafasındaki korunması gereken coğrafyayı bu şekilde oluşturmuştur.
Afrika’da II. Abdülhamid döneminde tabii Trablusgarp vilayeti var. Trablusgarp vilayetini mümkün olduğu kadar elinizde tutmaya çabalarsınız. Kendi padişahlığı döneminde orada Recep Paşa var, Trablusgarp valisi ve kumandanı olarak. Osmanlı ordusunun Trablusgarp vilayetine doğrudan etki etmesi veya oraya ciddi bir askeri güç göndermesi ve orada bulundurması pek mümkün değil. Daha az askeri birlikle orayı tutmanız lazım. Bunun için de yapılması gereken nedir? Bunun için II. Abdülhamid’in kafasındaki proje -bunu aynı zamanda uygulamıştır da- orada yerel halkla iş birliği içinde bölgeyi ayakta tutabilmek. Bu anlamda ne oldu? Oradaki Müslümanlar, özellikle Tunusiler -aynı zamanda bunlar devlete de bağlıdır- dış güçlerin saldırılarına karşı Osmanlı valileriyle beraber hareket etmişlerdir. Dolayısıyla II. Abdülhamid tabii ki Trablusgarp’tan vazgeçmiş değil. Ama Filistin mi Trablusgarp mı derseniz Filistin daha önemli rol oynar. Çünkü o kafasındaki vazgeçilmez coğrafya içinde yer alır Filistin. Ama Trablusgarp’ı da mümkün olduğu kadar elinde tutmak ister. Nitekim kendi padişahlığı döneminde bunu başardı. Yani Trablusgarp doğrudan İstanbul’dan idare edilen bir Osmanlı vilayetiydi. Ama diğer taraftan da Avrupa’da öteden beri başlamış olan sömürgeleştirme amacıyla diğer coğrafyalara açılma politikaları çerçevesinde Trablusgarp vilayeti de İtalyanların ilgi alanına giriyordu. Ve diğer ülkeler de, İtalyanların onların sömürgelerinde gözü olmasın diye orayı peşkeş çekiyorlardı. İtalya öteden beri bu politikayı uygulayıp oraya el atma çabası içindeydi ama II. Abdülhamid döneminde bunu başaramadı. Birtakım ekonomik faaliyetleri filan var ama askeri anlamda bunu başaramadı. Daha sonra bu gündeme gelecek.
Trablusgarp vilayeti II. Abdülhamid’den sonra İttihat ve Terakki iktidarı 1908 ve sonrasında başlayınca, başlangıçta ciddi sıkıntılar var. Şu anlamda sıkıntılar var. Ülkede bir boşluk ortamı oluştu. Yani yeni bir süreç. Parlamentolu bir sisteme geçilmiş, meşruti bir sisteme geçilmiş. Diğer taraftan bir özgürlük ortamı olduğu söyleniyor ama o özgürlük ortamında her kafadan bir ses çıkıyor. Onun getirdiği bir kaos ortamı yaşanıyor. Dolayısıyla bu II. Meşrutiyet döneminin ilk aylarında, hatta ilk uzun bir süre devletin birtakım faaliyetlerinin çok da randımanlı olmaması gibi bir durum ortaya çıktı ve sıkıntılı bir süreç başladı. Yani iç meseleler daha ön plana çıkmaya başladı. Diğer taraftan bir bakıyorsunuz Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş. Avusturya Bosna Hersek’i ilhak etmiş. Yunanistan Girit’i ilhak etmiş. Bunun getirdiği dış gaileler de var. O yüzden bir süre İttihat ve Terakki iktidarı dış meselelerle ilgilenemedi. Öyle olunca da İtalya şunu gördü. Fırsat tam bu fırsattır. Dolayısıyla biz Trablusgarp’a bu vesileyle saldırırsak sonuç alabiliriz. Ve nitekim 1911 Eylül ayı gibi bir nota verildi Osmanlı Devleti’ne. Ve ondan sonra da Trablusgarp’a bir askeri harekât gerçekleştirdi. II. Abdülhamid döneminde de böyleydi. Yani oraya kendi askeri gücünüzle müdahale etmeniz zordu. Şimdi yine aynı durum var. Kendi askeri gücünüzle müdahale etmeniz zor. Dolayısıyla İtalya’nın Trablusgarp’a askeri harekat yaptığı dönemde gönüllü Türk subayları Trablusgarp’a giderek yine II. Abdülhamid dönemi politikasına benzer bir şekilde oradaki yerel halkı örgütlemek suretiyle İtalyanlara karşı direnmenin arayışı içinde oldular ve bunu yapabildiler de. Bu anlamda işte neyi görüyoruz? Mesela Enver Paşa. O zaman henüz Enver Bey. Mustafa Kemal Paşa, Mustafa Kemal Bey’dir. Enver Bey Binbaşı, Mustafa Kemal Bey Kolağası. İşte Fethi Okyar. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Bey. Amcası Halil Bey. Kuşçubaşı Eşref onun gibi, Nuri Conker aklıma gelenler… Yani aslında birçok Türk subayı gönüllü olarak giderek orada İtalyanlara karşı savaştılar. Ve bu savaşı oradaki yerli halkla iç içe olarak gerçekleştirdiler.
Evet, gayrinizami harp dediğimiz tarzda gerilla türü savaş. Çünkü başka türlü başarı şansınız yok. Yani düzenli ordularınız yok. Düzenli ordu olmayınca haliyle bu tarz bir savaş vereceksiniz. Diğer tarafta buraya giden subayların hemen hepsi daha önceden II. Abdülhamid döneminde Balkanlar’da, Rum çeteleriyle, Bulgar çeteleriyle, Sırp çeteleriyle bu tarz mücadeleleri çok yapmış ve başarıyla çıkmış komutanlar. O yüzden gerilla türü savaşı çok iyi biliyorlar. Nitekim bunu Trablusgarp’ta da uyguladılar. Ve İtalyanlar ciddi darbeler yedi aslında. Yani hiçbir zaman oradaki hedeflerine kolaylıkla ulaşamadılar. Derne’de mağlup oldular, Tobruk’ta mağlup oldular.
Bu gönüllü subayların oraya gitmesi daha sonra Teşkilatı Mahsusa adı verilecek olan örgütlenmenin de kısmen ortaya çıkması gibi bir süreci başlattı. Çünkü devlet kendi resmi ordusuyla ulaşamadığı yerler için bu şekilde birtakım mahalli güçleri kullanarak ve onların başına da birtakım subayları getirmek suretiyle gerilla tarzı birlikler oluşturmak veya gayrinizami güçler oluşturmak ve bu şekilde rakip ülkelerin çıkarlarını zedeleyecek şekilde askeri harekât yapma politikası uyguladı. Bu Trablusgarp Savaşı’yla başladı aslında. Burada netice de alındığını söyleyebiliriz. Başarılı oldu.
Muhakkak o dönemde Trablusgarp vilayetini oluşturan Afrikalı Müslümanlar Osmanlı subaylarıyla beraber hareket edip İtalyanlara karşı savaştılar. Tabii Trablusgarp vilayeti o kadar büyük ki... Zaten öteden beri bir mücadele de var. Mesela güneye doğru gittikçe sınırları nerede başlıyor nerede bitiyor bunlar çok belirli değil. Diğer taraftan Tunus’ta Fransızlar var, Cezayir’de Fransızlar var. Aslında onlarla da öteden beri hep bir mücadele söz konusu. Dolayısıyla 1911’den sonra meydana gelen bu Trablusgarp Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa unsurları diyebileceğimiz güçler ciddi bir mücadele verdiler. Orada bir başarı da yakalandı.
Aslında Trablusgarp’taki Osmanlı subaylarının direnişi belki daha da devam edecekti fakat 1912 Ekim ayında Balkan Savaşı çıkınca birçok subay bu defa oradan ayrılıp Balkan Savaşı için ülkeye geri dönmek durumunda kaldılar. Öyle olunca tabii Trablusgarp’taki mücadele biraz sekteye uğradı. Ama bununla beraber o mücadele Birinci Dünya Savaşı’nda da hala devam edecekti. En son Birinci Dünya Savaşı sonuna doğru Şehzade Osman Fuat Efendi oradaki Müslümanları hala örgütleyip İtalya’ya karşı direniş yapacak şekilde bir mücadele sürdürüyordu. Teşkilat-ı Mahsusa meselesine gelince de giderek bu gönüllü birliklerden oluşan, başlarında da muvazzaf subayların bulunduğu yapılanma Balkan Savaşı’nda da aslında birçok faaliyet gösterdi. Özellikle Edirne’nin geri alınması ve ondan sonra da Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kurulması gibi bir süreç yaşandı ki burada Kuşçubaşı Eşref Bey’in önemli bir rolü olduğunu biliyoruz. Tabii ki dönemin siyasi konjonktürü gereği o cumhuriyet bir iki ay kadar hayatiyetini devam ettirdi. Sonra ortadan kalkmak zorunda kaldı. Diğer taraftan da bu Teşkilat-ı Mahsusa unsurlarının belirli bir başarıyı yakalayabildiğinin de bir göstergesi oldu.
Teşkilat-ı Mahsusa hem bir istihbarat teşkilatıdır, hem de birtakım operasyonlar düzenleyen bir teşkilattır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla beraber genişleme durumuna girmiştir. O süreç de şöyle işliyor. Henüz savaşa girmeden Türkiye Almanya’yla bir ittifak anlaşması yaptı. 2 Ağustos 1914’te. O ittifak anlaşmasıyla Almanya’nın yanında savaşa girme sürecinin başlayacağı aşağı yukarı belli oldu. O dönem İttihat ve Terakki iktidarı: Sait Ali Paşa Sadrazam, Talat Paşa Dahiliye Nazırı, Enver Paşa Harbiye Nazırı… Mümkün olduğu kadar süreci geciktirmeye çalışıyorlar. Ve bu arada seferberlik de ilan edilmiştir. Süreci geciktirmeye çalışıyorlar ama bir şekilde artık işin içinde olunması söz konusu. O zaman mücadele vereceğiniz ülkeler hangileri? İngiltere’yle mücadele içinde olacaksınız, Fransa’yla mücadele içinde olacaksınız ve Rusya’yla mücadele içinde olacaksınız. Öyleyse bunların birtakım çıkarlarını zedelemeniz lazım. Çünkü bu üç devletin de çok büyük oranda sömürgeleri var ve bu sömürgeler yine büyük oranda Müslüman nüfus barındırıyor. Dolayısıyla o Müslüman nüfusu organize ederek bu ülkelerin çıkarlarına zarar verecek şekilde operasyonlar yapma fikri doğuyor. Öyle olunca da Teşkilat-ı Mahsusa bu defa resmileşmiş bir konuma geliyor ve adına da Umuru Şarkiye dairesi deniyor. Süleyman Askeri Bey’dir ilk başkanı ki Birinci Dünya Savaşı’nın Irak Cephesi’nde İngilizlerin Basra Körfezi’ne çıkarma yapmasından sonra orada ciddi mücadeleleri vardır. Bu ülkelerin çıkarlarına zarar vermek için gönüllüler buluyorsunuz. Bunlar aynı zamanda çok vatansever insanlar, fedakârca çalışan insanlar. Şehit olmayı göze almış insanlar. Ölümü umursamayan insanlar. Bu anlamda tabii ki başarı şansı yüksek ama diğer taraftan da çok fazla kişi yok. Maddi anlamda da desteklenmesi lazım. Teşkilat-ı Mahsusa’nın daha kuruluşundan itibaren aslında en büyük problemi maddi zafiyettir. Ortadoğu’da İngilizlerle rekabet ediyorsunuz. İngilizler sandık sandık altın dağıtıyor. Siz aynı şeyi yapabiliyor musunuz, yapamıyor musunuz? Öyle olunca da İngilizler hep bir adım önde oluyor. Çünkü onların da casusları var. Bir şekilde Türklerin çıkarlarına darbe vuracak faaliyetlerde bulunuyorlar.
Bu tarz istihbari işlerde maddi kaynak çok önemlidir. II. Abdülhamid müthiş bir teşkilat oluşturmuştur, Yıldız İstihbarat Teşkilatı. Çok güçlüdür. II. Abdülhamid’in çok iktisat sever bir padişah olduğunu biliyoruz. Tutumlu bir insandır. Çok para harcamayı sevmez. Tasarrufludur. Ama mesele istihbarat olunca hiç para esirgemez. Yıldız İstihbaratı için Hazine-i Hassa kaynaklarını sonuna kadar kullanmıştır. Öyle olunca da başarılı oluyorsunuz. Maddi kaynakları var çünkü. Ama maddi kaynaklarınız yetersiz olduğu oranda da başarı şansınız azalır. Teşkilatı Mahsusa Birinci Dünya Savaşı kapsamında İspanya’dan Afganistan’a kadar, Rusya içlerine kadar, belki Hindistan’a kadar birçok yerde faaliyet gösterdi ki esas olarak da Ortadoğu’da faaliyet gösterdi. İşte Yemen’de, Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta, Mısır’da… Bütün buralarda aslında hep faaliyet gösterildi. Belli bir başarı yakalansa da sonuç alıcı olmadı bu. Bunun temel sebebi de maddi kaynakların yetersiz olması ve karşıdaki güçlerin de hatırı sayılır güçler olmaları. Netice itibarıyla dünyanın en güçlü devleti İngiltere var karşınızda, o dönem itibarıyla. Sadece İngiltere yok; bir taraftan Fransa var, bir taraftan Rusya... O güçlerle mücadele etmek kolay bir şey değil. Ama onlarla mücadeleyi göze alabilmek ve bu mücadeleyi büyük oranda yapabilmek de aslında o dönemde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu konumu gösterir. Rakibiniz güçlüyse ve siz onunla mücadele ediyorsanız aslında siz de güçlüsünüz demektir. Meseleye böyle de bakmak lazım. Yani “Düvel-i Muazzama” deniyor o dönemde bu devletlerin ismine. Düvel-i Muazzama ama işte o Düvel-i Muazzama’nın unsurlarından biri de Osmanlı. Yani altı tane devlet varsa, o altının biri de Osmanlı Devleti. Bu demek oluyor ki o dönemin Osmanlı Devleti’ni çok önemsememiz lazım.
Kısmi başarılar her zaman mümkün. Yani Teşkilat-ı Mahsusa’nın uzun yıllar süren savaş boyunca bireysel anlamda veya kısmi anlamda başarı kazanması pekâlâ mümkündü ve bunlar yaşanabildi. Hayber örneğini de o çerçevede değerlendirmek lazım. Ama genel anlamda baktığımızda tabii ki gücü sınırlı kalmıştır.
Teşkilatı Mahsusa’ya zaten İttihat ve Terakki’yle iç içe olarak bakmak lazım. Yani İttihat ve Terakki siyasi bir partidir. Ama onun gizli örgütlenmesi diyebileceğimiz yapı da Teşkilat-ı Mahsusa’dır. Dolayısıyla birçok ittihatçı aslında diğer taraftan da Teşkilat-ı Mahsusa üyesidir ki mesela Mehmet Akif’i de bunların içinde sayabiliriz. Kuşçubaşı Eşref ismi bayağı bir efsane olmuştur. Zenci Musa mesela bu anlamda Teşkilat-ı Mahsusa’nın içinde ciddi hizmetler vermiş bir kişidir. Tabii ki savaş kaybedilince ve mütareke imzalandıktan sonra her ne kadar Teşkilat-ı Mahsusa lağvedilmiş olsa da unsurlar her şeyiyle oradalar. Ve bunların son derece vatansever insanlar olduklarını da biliyoruz. Doğal olarak bunlar boş durmayacaklardır. Nitekim İstanbul işgal edildikten sonra ve Anadolu’da mücadele başladıktan sonra bu Teşkilat-ı Mahsusa unsurları hem İstanbul’da hem de Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa’nın yanında faaliyetlere devam ediyorlar aslında. Çünkü bu işi bir kerede çok iyi becerebilen insanlar bunlar. Dolayısıyla hizmetleri sonradan da devam etmiştir. Adı Teşkilat-ı Mahsusa değildir ama Karakol Cemiyeti’dir. Karakol Cemiyeti’ni Talat Paşa İstanbul’dan ayrılmadan önce Kara Kemal’e özellikle tembihlemiştir. O mütarekeden hemen sonra 1 Kasım 1918’de Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa ülkeden ayrıldılar. Kara Kemal çok önemli bir İttihatçıdır. Talat Paşa “Büyük Efendi” olarak bilinir İttihatçılar arasında, Kara Kemal de “Küçük Efendi” olarak bilinir. Konumu da bir hayli ön plandadır. Dolayısıyla Kara Kemal’e bu tavsiyede bulunmuştur. “Örgütlenmenizi devam ettirin” şeklinde. Dolayısıyla Kara Kemal ve Kara Vasıf Bey bilahare Talat Paşa’nın o önerisi doğrusunda Karakol Teşkilatı’nı kurdular. Onun gibi İstanbul’da faaliyet gösteren, aslında hepsi birer Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olan birçok örgütlenme var. Ve onların bir kısmı da zaten Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın yanında.
İstanbul’dan Ankara’ya silah kaçırma, İstanbul’dan Ankara’ya gitmesi gereken insanların oraya ulaştırılması… Bunları yaparken de cansiperane hareket etmek zorundasınız. Çünkü işgal altında olan bir şehirden, İngilizlerin gözünden kaçacak şekilde silahları temin etmek ve onları Anadolu’ya geçirmek kolay bir şey değil. Ve bütün bunlar yapılabildi. Yapılırken bunun göstergesi nedir? Oradaki Teşkilat-ı Mahsusa’nın tabii ki alt yapısı. Oradan yetişmiş olan insanlar bu defa isimlerini değiştirmiş olarak ülkelerine hizmet anlamında ciddi faaliyet gösterdiler. Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlandığını bildiğimize göre demek ki bu defaki faaliyetleri ve çabaları boşa gitmemiş ve nitekim ülkemizi işgal etmiş olan devletler buradan çekip gitmek zorunda kaldılar. Yenilerek ayrılmak zorunda kaldılar.
Osmanlı Devleti 1911’de Trablusgarp Savaşı’yla bir savaş sürecine girdi ve ondan sonra Balkan Savaşları çıktı 1912-13’te. Sonra da Birinci Dünya Savaşı, 1914 ve 1918. Onun dışında da bir Milli Mücadele dönemi var. O da 1919-1922. Şöyle bir baktığımızda 11 yıllık çok uzun bir süreden söz ediyoruz. Bu 11 yıl boyunca dünyanın en güçlü devletlerine karşı savaşıyorsunuz. Bu kolay bir şey değildir. Maddi ve manevi anlamda çok yıpratır. Toplumu ve ülkeyi son derece yıpratır. Gerçekten de yıpratıcı olmuştur. Bütün bunlara rağmen ayakta kalmayı başarabilmiş bir toplum ve ülke var. Birtakım kahramanlar var tabii ki. Burada cansiperane bir şekilde vatanları için, dinleri için, Müslümanlık için mücadele eden insanlar var ve onların tabii çok önemli hikâyeleri var. Bu kahramanları muhakkak bilmemiz gerekiyor tabii ki. Normal bir insanın başaramayacağı birçok şeyi hayata geçirmek suretiyle bu mücadelenin içinde yer aldılar ve bu ülkenin kurtuluşu için ciddi çabalar verdiler. Bu uğurda hayatlarını hiçe saydılar ve neticede başarıya ulaştılar. 11 yıl boyunca ismini saymakta güçlük çekeceğimiz sayısız kahramanları da muhakkak her zaman hatırlamamız gerekiyor. Çünkü onlar ülkelerini son derece seven, dinleri için, Müslümanlık için, şehit olmak için savaşan insanlardı. Dolayısıyla bugün bizim onlara ciddi anlamda minnet borcumuz vardır.