Prof. Dr. Ahmet Kavas
Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi
Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki yerine göre hâkimiyeti, yerine göre farklı bölgeler üzerinde kurduğu nüfuzu veya çok uzak bölgelerle kurduğu dostluk ilişkileri asırlarca sürdü. Bu ilişkiler içerisinde zaman zaman yerel hakla sınırlı da olsa, birtakım gerginlikler de yaşansa 400 yıllık hâkimiyet içerisinde bunlar tarihin derinlikleri içerisinde dostlukların gölgesinde unutuldu kayboldu.
Avrupalılar 16. yüzyılda Afrika’yı adım adım işgal edip her tarafını sömürgeleştirme niyetiyle giriş yaptıklarında karşılarında yerel güçlerin dayanamayacaklarını biliyorlardı. O yerel güçler de gelen Avrupalılar karşısında, Avrupa darbesi karşısında o gün, o asır, en büyük ve de yegane desteğin Osmanlı’dan olacağını bildiklerinden dolayı Osmanlılar 16. yüzyılda bugünkü Mısır’dan Cebelitarık Boğazı’na kadar olan Kuzey Afrika hattında ve Kızıl Deniz havzasında hem Arap Yarımadası sahilleri hem de Afrika’nın doğu sahillerini güven altına aldılar o 16. yüzyıl boyunca. Bu yüzyıl aslında Afrika’nın büyük bir kurtuluş asrıdır.
Sömürgeleştirilmeye karşı o asırda atılan temeller kıtaya büyük bir güven ve istikrar sağladı. 19. yüzyıla geldiğimizde artık Afrika Avrupalılarca daha iyi tanınmaya başladı ve kıtayı ne yapıp edip işgal edecekler ve aralarında paylaşacaklardı. Bununla ilgili Avrupa devletleri arasında çok ciddi işbirlikleri yapıldı. Eğer Osmanlı ayakta kalırsa Avrupalıların Afrika niyetleri sonuçsuz kalacak, 16. yüzyıldaki gibi belki birkaç asır daha kıtaya yaklaşamayacaklardı. O sebeple iki şeye çok odaklandılar. Bir; Afrika’yı işgal. Ama bunu yapabilmek için de önce Osmanlı’yı bu kıtadan tamamıyla yok etme üzerine yoğunlaştılar ve bu çerçevede 19. yüzyılın ilk çeyreğinde önce 1798’de İngilizler, Fransızlar Mısır’a girdiler ve 1802 yılında Mısır’dan çıktılar ama artık bir kere Afrika’nın tadına bakmış oldular.
Fransızları Afrika’ya alıştıran bu Mısır seferi peşinden Cezayir’e musallat oldular ve 1827 yılında Cezayir’e yaptıkları saldırı neticesinde yavaş yavaş Cezayir’in bir şekilde ele geçirilebileceğini, Osmanlıların artık eskisi gibi müdahale etmede yetersiz kaldığını, kalabileceğini gördüler. Bu süre aslında az sürmedi. Yani 1827 yılından Cezayir’in bugünkü sınırlarıyla tamamının Fransa tarafından işgali 1920’dir. Yani neredeyse 90 yıldan fazla sürmüştür. Cezayir halkı Osmanlı Devleti’yle yakın bir ilişki içinde 90 yıl son yerlerine kadar mücadele etmişlerdir. Tabii bu Cezayir’in düşüşü Osmanlı açısından çok büyük bir kayıptı. Osmanlı bu sebeple başka yerleri kaybetmemek için -ki o yerlerin başında Trablusgarp geliyordu ve 1835 yılında Fransızlar Trablusgarp’ı almaya çok niyetliydiler- çok büyük bir hamle yaparak, Cezayir’de o beş sene önceki geç davranma, yeterli müdahaleyi yapamama noktasını Trablusgarp’ta yaşamamak için Trablusgarp’ı güvene aldılar. Donanma gönderdiler, asker gönderdiler ve aldıkları tedbirlerle Osmanlı Devleti Trablusgarp’taki varlığını Afrika’daki en uzun varlığa çevirdi ve 1912 yılına kadar, bilfiil 1918 yılına kadar da, Mondros Mütarekesi’ndeki maddelerle resmi ilişkilerini kesmesine kadar Afrika’da onun meyvesi topladı. Yani alınan tedbirlerin aslında ne kadar işe yaradığını gördü ki Trablusgarp bir anlamda belki Osmanlı Devleti’nin en ciddi son savaşlarından biri oldu. Ama Trablusgarp cephesinde görev alan subay, asker, sivil, istihbarat görevlileri oradaki tecrübelerini daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atılmasında kullanmış, bugünkü sınırlar içinde güçlü bir devlet kurulmasının âdete bir okulu olmuştur Trablusgarp cephesi.
Tunus Bey’i her ne kadar devlet içinde bir devlet gibi Tunus’u idare ediyor olsa da, Tunus dış ilişkilerinde ve özellikle Osmanlı’ya bağlılığında, sadakatinde şüphe olmayan bir Osmanlı eyaleti idi. Tunus 1881 yılında da Fransa tarafından himaye adı altında işgale uğrayınca bu sefer İngilizler Fransızların 1802 yılında bırakmak zorunda kaldıkları Mısır’a girdiler ve Mısır 1882 yılında İngilizlerin kondominyum, yani birlikte idare adını verdikleri, bir tarafta Mısır hidivi diğer tarafta da İngiliz sömürge valisi birlikte Mısır’ı idare edeceklerdi. Ama burada artık İstanbul’un hükmü geçmeyecekti. Sudan da Mısır’a bağlı bir hükümdarlıktı. Mısır hidivliği Osmanlı’ya bağlı, Sudan da Mısır’a bağlı bir hükümdarlık. Bunu bahane ederek aynı yıl bu hükümdarlık da bizim dediler kondominyum içerisinde. Ancak Sudan yerel halkı buna çok ciddi tepki gösterdi. İngilizler tabii siyaseten hileli savaşta ne kadar mahir olduklarını gösterdiler. Oradaki yerel idarecilerin birçok önderini ikna ederek kendi saflarına çekip sonra da etkisiz hale getirdikten sonra da idam ettikleri o dönemin bütün kayıtlarında mevcut. Zaten tarihen de biliniyor.
Bu süreç 1884 yılında bugünkü Eritre’nin İtalya tarafından işgali, aynı şekilde Cibuti’nin Fransa tarafından işgali, İtalyanların bugünkü Somali kıyılarını işgali ile devam etti. Osmanlı Devleti’nin Akdeniz havzasında Mısır, Trablusgarp, Tunus ve Cezayir dört eyalet, Kızıldeniz havzasında da beş eyalet olarak Doğu Afrika sahillerini her türlü işgale karşı muhafaza etmek üzere beş eyaleti vardı. Zaman zaman Habeş eyaletinin yetkisi hem Kızıldeniz’in Arap Yarımadası tarafından Hicaz’a bazen de özellikle Aden Körfezi çevresinde Yemen vilayetine geçer. Yani böylece Habeş, Hicaz ve Yemen bir sacayağı gibi Kızıldeniz’de Osmanlı hâkimiyetinin dört asırdan fazla sürmesini ve burada Avrupalıların nüfuzunu engellemeyi, iki yerel halkın bir anlamda Endülüs’teki gibi tamamıyla yok olmasını önlemek, kendi varlıklarıyla yaşamaya devamlarını sağlamaktı.
19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılıların oldubittilerle birtakım yerel insanları ikna ederek kendi saflarına çekmeleriyle başlattıkları süreçte II. Abdülhamid’in -ki kendisinin önce Sultan Abdülaziz olsun daha önce Sultan Abdülmecid ve II. Mahmut’a uzanan o tecrübeler- aslında 20. yüzyıla Osmanlı’yı güçlü sokmak, özellikle Afrika’da her türlü saldırıya karşı bir direnç oluşturmak istediğini ve bunu Anadolu insanı kadar Afrika yerlilerini de bu işin içerisine çekerek birlikte hareket ederek çok ciddi bir mücadeleyi hareketlendirdiğini görüyoruz. II. Abdülhamid diğer padişahlardan farkı olarak -belki dönemin de şartları öyle gerektiriyordu- artık dünyanın neresinde bir Müslüman toplum varsa onları tanımak, onlarla İstanbul arasında sadece gönül bağı kurmak değil, bu önemliydi belki bu tarih boyunca hep vardı ama bunu fiili olarak da hem kendi varlıklarının devamı hem de ülkelerinin herhangi bir şekilde İstanbul’dan kopmalarını önlemek ve güçlü olmalarını sağlamak için her tarafa görevliler gönderiyordu.
Bu anlamda bugünkü Etiyopya olarak bildiğimiz o zamanki Habeş eyaletinin sınırları içerisindeki Addis Ababa’ya bugünkü Afrika’nın en önemli şehirlerinden birisiydi ve o dönemde görevliler gönderiyordu. Bu görevliler oralarda Müslüman olsun olmasın onların Osmanlı’yla bağını, irtibatını kurarak Batı’ya karşı bir cephe oluşturuyordu. Kuzeyde de bunu denedi ve II. Abdülhamid bunda çok başarılı oldu. Biz bugün Yemen’e, son yıllarda yaşanan bu iç savaş esnasında özellikle dışardan gelen saldırılar Suudi Arabistan ve İran arasındaki kavganın aslında en çok kaybedeni diyoruz. Ve o Yemen’de sadece insanlar en kıymetli varlığı canlarını kaybetmiyor, yaralanmıyor; aynı zamanda oradaki binlerce yıllık tarih, özellikle de Osmanlıların en zor zamanlarında Yemen’in başkentine değişik şehirlerine açtıkları medreseler, önemli binalar tahrip oluyor. Bunları inşallah bir an evvel göreceğiz. Fazla zarar görmemesi, hiç zarar görmemesi bizim arzumuz. II. Abdülhamid’in Anadolu’daki herhangi bir şehrimize yaptığı hizmet kadar Yemen’de, Sana’da, Trablusgarp’ta yaptığı eserleri biz bugün gittiğimizde bundan üç beş sene önce, on sene önce gördüğümüzde, sanki üç beş sene önce yapılmış kadar muhafaza edildiğini ve o günkü amaçlarına hizmet ettiğini görüyorduk. Bu binalar II. Abdülhamid’in buralarla bir sevda için ilgilenmediği, geçici bir heves değil uzun soluklu ve kalıcı bir amaç güttüğünü gösteriyor.
Bütün bu ilişkilerde birinci etken insan unsuru. Yetişmiş insan. Ve buralara Osmanlı Devleti İstanbul’da okullar açarak, mevcut okullara, aşiret mektepleri olarak açılan okullara bu ülkelerden insanlar getirerek bunları yetiştirerek, yerelde kimlerle iş birliği yapabilecekse onlarla işbirliği yapacak. Çünkü artık savaşlar sadece düzenli orduların savaşı değil; yerel halkın, yerel insanların da bunun içerisine girmesiyle, dâhil olmasıyla daha bir düşmana karşı direnç oluşturuyor. Bunun en güzel örneğini belki tarihte benzeri zor rastlanır, Trablusgarp’ta Osmanlı Devleti II. Abdülhamid döneminde Senusilerle yaşamıştır. Normalde Muhammed bin Ali Es Senusi, Cezayir’in Mostaganemu şehrinde doğmuş, çocukluk yıllarını Batı Cezayir’de, sonra Fas’ta, gençlik yıllarını Hicaz’da geçirmiş ve o dönemin şartları içerisinde bir Müslüman gencin, kendini geleceğe hazırlayan bir gencin sahip olması gereken tüm bilgileri edindikten sonra bunları bilfiil alanda uygulamak üzere Cezayir’e dönecektir. Ancak Tunus sınırından Cezayir sınırına yaklaştığında Fransızlar 1827-30 yılları arasındaki o müdahalesinin henüz sahil şeridinde sürdüğü günlerdir ve Cezayir’e giremez. Mostaganem’e gidemez ve Tunus’tan geri dönüp Hicaz’a giderken Trablusgarp’ta Osmanlı valisiyle karşılaşır. Vali kendisine çok yakın ilgi gösterir. Aslında bu ilgi, daha 1830’daki ilgi 1911-12 yılındaki Trablusgarp Osmanlı-İtalyan savaşındaki Senusilerle Osmanlı düzenli orduları işbirliğinin temellerinin atılmasına ta 70 sene önce, 80 sene önce zemin hazırlamıştır. Ve Muhammed Ali Es Senusi bugünkü Bingazi şehrine yakın Cebelul Ahdar’da ilk zaviyesini açar ve o zaviye kısa zamanda çok ilgi görür. Bir müddet sonra tüm Kuzey Afrika’da, hatta İstanbul’da, Hindistan’da, ulaşabildikleri birçok yerde Senusi zaviyeleri açılır. Takriben 400 kadar zaviyede Muhammed Ali Es Senusi -ki kendisi 1859 yılında Libya’nın biraz sahilden içerlerdeki Cegbub şehrinde vefatına kadar- sayesinde artık bu Senusilik maya tutmuştur. Avrupalılar onu Osmanlı’ya karşı kullanmak için çok uğraşmışlar ve bir sürü yalanlarla, iftiralarla Osmanlı padişahlarıyla onun arasını açmaya kalkışmışlar, muvaffak olamamışlardır.
Oğlu Mehdi Senusi ile aynı süreci devam ettirmek istemişler, muvaffak olamamışlar ve torunu Ahmet Şerif özellikle 1902’den sonra, önce Osmanlılarla Senusilerin omuz omuza İtalyan işgaline karşı savaşmasında bir numaralı yerel yönetici önder olmuştur. Hatta Mondros Mütarekesi ve 1918 sonrasında Anadolu’ya gelerek bu sefer hem Osmanlı’nın son döneminde Anadolu’da, hem de cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda yine bu bölgede mücadele ederek bizimle beraber olduğunu, eğer bu coğrafya işgalden kurtulursa Libya’nın zaten kurtulacağını, yok burası düşerse Libya kurtulmuş olsa bile Libya’nın yine kaybedeceği düşüncesinden hareketle adeta İslam dünyasında önce gövdeyi kurtarma, ana yapıyı kurtarma gibi çok önemli bir vazife üstlenmiş. Ve bunu da hakkıyla yerine getirmiş çok önemli bir şahsiyet. Tüm bunlar içerisinden bu bizim tarih kitaplarında, dönemin basılı yayın organlarında, hatıratlarında öne çıkan isimler gibi öyle isimler var ki bazen belki birkaç yerde geçer ama biz bunların ne kadar tarihi rol oynadığını belki hiç öğrenemeyeceğiz, belki de bir gün bir yerde kalmış hatıralar, bazı arşiv belgelerinde, özel arşivlerde kalan belgelerde bunların kişiliklerini keşfedeceğiz. Bunlardan birisi de Zenci Musa.
Aslında bir Zenci Musa ile olacak kadar bu işler özetlenemez. Ama bazen bir şahsiyet diğer şahsiyetleri keşfetmeye, belki onar üzerine de yönelmeye, hatta belki onların amaçlarını, hedeflerini, neler yaptıklarını öğrenmemize sebep olabilir. Yani bugün Libya olarak ifade ettiğimiz ülke Trablusgarp burada henüz Osmanlı idaresinin devam ettiği dönemde, bugün Sahra Altı Afrika olarak ifade ettiğimiz Kuzey Afrika ülkelerinin güneyinde kalan her yerden, nasıl şimdi Akdeniz’i geçmek için Avrupa’ya binlerce insan uğraşıyor, o zamanlar Trablusgarp’a ulaşıp Osmanlı’yla omuz omuza Avrupalıların işgaline karşı hazırlık yapan yerel halklar vardı. Birçok Zenci Musa vardı. Binlerce. Bunların bir kısmı Trablusgarp sokaklarında kendi hayatlarını yaşarken İngilizler de bu arada Batı Afrika’dan Nijerya’ya musallat olmuşlardı. Bu devleti sömürgeleştirmek üzere güneyinden kuzeyine doğru ilerlediklerinde oradan gelen Müslümanların bir kısmı veya daha önceden Trablusgarp’taki hayatlarını devam edenleri “Nijerya artık bizim işgalimizde. Herhangi bir Nijeryalı dünyanın neresinde olursa olsun bizim sömürgemizin vatandaşı olduğu için derhal bizim konsolosluğumuza gelip kimliklerini alabilirler. Kayıt yaptıracaklar”. Hatta onların etkin önemli şahsiyetlerini birçok vaatlerle kendilerine celbetmek istemişlerdir.
Zenci Musa gibi Ömer Ağa da çok sembol bir isimdir. Nijeryalı Ömer Ağa Trablusgarp’ta Osmanlı idaresi devam ettiği sürece hiçbir Nijeryalının İngiliz tebaasına geçmeyeceğini, İngiliz sömürgesini kabul etmediğini defaatle onlara söyler ve o kapıları kapatır.
Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika olsun Doğu Afrika sahilleri olsun yani Afrika’daki Müslüman toplumlar özelinde en büyük benimsenme sebebi tabii ki hilafetin İstanbul’da olması. Belki halife onların varlığından haberdar değil. Çünkü Afrika’daki Osmanlı hâkimiyetindeki toprakların üzerinde bugün 14 devlet var bilfiil. Osmanlı hâkimiyeti topraklarına, yani bugün Somali, Cibuti, Etiyopya, Eritre, Sudan, Uganda, Güney Sudan da yeni bir devlet oldu, Orta Afrika Cumhuriyeti’ne, biraz içlerine kadar uzanan Çad ve Nijer’in kuzeyinden tabii ki Mısır, Libya, Tunus, Cezayir derken bunların yüzölçümü takriben 14 milyon kilometre kare. Hatta Osmanlı 1585 yılında Yemen üzerinden Kenya’daki, bugün adı Kenya o zamanlar Mombasa’daki, Portekiz hâkimiyetini sona erdirmiştir. Yerel halklar Osmanlı’nın niçin geldiğini biliyorlar. Yani Osmanlı gittiği herhangi bir yerde insanları dört yüz yıl kaldığı sürece kendine benzetmek için uğraşmamıştır.
Bugün birçok Batılı tarihçi hatta bizde bile bu anlamda onların söylediklerini gerçek kabul edenler Osmanlı’nın bunu yapamadığını söylerler. Osmanlı Devleti sadece Tunus şehrini almak için 1574 yılında 50 bin asker sevk edip bir ay içinde bunun on binini şehit veren bir devlet. Tunus halkının tamamına Türkçe konuşmasını, tamamının Hanefi mezhebine girmesine sadece bir kararla uygulayabilirdi. Ama Osmanlı Devleti’nin, değil Müslüman halkı kendine benzetmek, Hristiyan, Yahudi, başka halklara sahip çıkarken en büyük yaklaşımı “Bizler sizleri ancak Allah’ın emaneti olarak kabul ediyoruz.” şeklindedir. Şimdi bu insanlar yiyecek, içecek, bu insanlar kendi hayatlarını yaşayacaklar. Ekonomilerini ayakta tutacaklar. Ziraatini ayakta tutacaklar. Osmanlı Devleti bir bölgeye geldiği zaman kimsenin arazisinde gözü olmaz. Kimsenin oğlunu cephelere asker olarak götürmüyor. Kimsenin kızını cariye olarak başka coğrafyalara götürmüyor. Veya onların kendisinin cariyesi olarak kullanmıyor.
Osmanlı Devleti Batılıların Afrika’daki varlığıyla Osmanlı’nın varlığı mukayese edildiğinde -ki edilmek zorunda- bugün Batılıların yaklaşımı adeta kopyalayıp Osmanlı da böyle yapmıştır deyip birkaç böyle basit sıradan ve de devletin rızası dışında yapılan işi ileri götürüp Osmanlılar da Afrika’da Avrupalıları aratmamışlar gibi birtakım fikre sahip olanlar, bunları akademik çalışma konusu yapanlar köle ticareti dâhil olmak üzere Osmanlı da yaptı gibi bir ifade kullanırlar. Çünkü İslam’ın emri budur. Elinden gelse tamamen yok edebiliyordu. Hatta Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bugünkü Sudan topraklarında birtakım uygulamalarının yerel halka çok ciddi sıkıntı verdiğini haber aldığında “Bizim varlığımız insanlara huzur getirmek, huzurunu kaçırmak değil” diye kendisini defaatle ikaz ettiğini ve bu konuda ısrarcı olamaması gerektiğini kendisine telkin ettiğini biliyoruz. Ve bu telkinler emir gibidir. O yüzden yerel halk Osmanlı’dan gördükleri yakın alakaya Osmanlı’nın o bölgeden çekileceğini hissettikleri anda yaşadıkları herhangi bir ortama, bu bir kasaba olabilir, köy olabilir, bir vaha olabilir, mutlaka bir Osmanlı bayrağı dikerek buralar Osmanlı idaresinde diyecek kadar sömürgecilerin karşına çıkmışlardır. Sömürge devletler oralara geldiklerinde İngilizler, Fransızlar “Buralara Osmanlılar ne zaman geldi?” dediklerinde “Hiçbir zaman gelmediler.” dendi. “Peki bu bayrak nedir?” dediklerinde “Biz oraya bağlıyız.” cevabını aldılar.
Bugün Cezayir’in merkezinden en az 1500-2000 km güneyinde en büyük Sahra şehri olan Tamanrasset’in olduğu yerde Tuareg kabileleri var. Bu kabilelerinin şeyhi 1881 yılında II. Abdülhamid’e bir mektup yazıyor. Diyor ki “Buraya 500 kişilik bir Fransız birliği geldi. Bunların amacı Cezayir’den bugünkü Mali sınırlarına girmek ve Senegal’den ilerleyen Fransız birlikleriyle buluşmak. Böylece Trans Sahara, Sahra Çölü’nü iki taraftan bağlayarak tam bir sömürge kurmak. Biz buna müsaade etmedik. Niyetlerini biliyoruz. Dertleri sömürge kurmak. O sebeple biz onların buradan geçişine müsaade etmedik. Aramızda çıkan çatışmada biz başlarındaki albay dâhil olmak üzere, Albay Flatters dâhil olmak üzere, biz bunları yok ettik” diye bir mektup gönderiyor İstanbul’a. Diyor ki “İstanbul’daki Fransız büyükelçisi, sefiri; Büyük Sahra’da bir vahşi kabile var. Bizim oradaki medeni faaliyetlerimize engel oluyor derse biz vahşi değiliz. Biz vatanını, toprağını seven, coğrafyasını koruyan ve sizi halife olarak bilen, İslam’ın temsilcisi olarak bilen bir topluluğuz. Ama bunlar yine gelecektir. Eğer imkânınız varsa bize ateşli silahlar gönderin. Ancak biliyoruz ki sizler Ruslarla 1877-78 savaşından yeni çıktınız.” Yani 3 sene önce. Ta Sahra Çölü’ndeki bir Tuareg şeyhi bundan haberdar. O yazdığı Arapça mektupta “Belki o silahları siz gönderemeyeceksiniz, daha çok ihtiyacınız var ama hiç olmazsa sizden talebimiz Fransız sefirinin bizim aleyhimizdeki propagandasına inanmamanız.” şeklinde son derece anlamlı tek sayfalık bu mektup aslında bize büyük bir ders vermekte.
Bu şekilde ta Fizan’dan, Sudan’dan, Habeşistan’dan ne kadar mektup geldiğini, bu mektupların ne kadarının tasnif edildiğini veya ne kadarının tahrip edildiğini, yok olduğunu, belki birçoğunun yollarda kaybolduğunu, ta Hint Okyanusu’ndaki Komor Adaları’ndan, Madagaskar’dan, Mozambik’ten, Hicaz demiryolu inşasına varana kadar, Osmanlı-Rus savaşı gazilerine ve onların yakınlarına toplanan yardımların miktarlarının ta İstanbul’a kadar getirilip hatta Kurtuluş Savaşı yıllarında da Ankara’ya getirilip Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne teslim edildiğini evraklarda, resmi yazışmalarda görüyoruz. Afrika’daki Osmanlı’ya karşı bu ilginin sebebi, burada kendi halinde oturmuş sadece uzaktan bizi sevsinler, bize bayılsınlar, biz halifeyiz düşüncesiyle hareket eden insanlara duyulan bir sevgi değil.
Bilfiil o Sahra çöllerini geçerken yani II. Abdülhamid’in Fizan’a sürdüğü subayların bir kısmı buradan firar ederek o günkü Nijer, Nijerya üzerinden Londra’ya geçerken Nijer’de karşılaştıkları Fransızlarla ister istemez birkaç gün, bir müddet muhabbet cereyan ediyor. Fransızlar bunları not etmişler ve bu subayların II. Abdülhamid’den hiç hoşlanmadıklarını, II. Abdülhamid’e karşı çok büyük bir nefret duyduklarını kaydetmişler. Bu notların bir kısmı bu şekliyle Paris’e ulaşırken mesela Mali Cumhuriyeti’ndeki arşive bu notların kenarına bir başka Fransız “Bu Osmanlı subaylarının hiçbir sözüne güven olmaz. Bunların içinde gizli bir Abdülhamid sevgisi var. Bunlar aslında Abdülhamid’e hayranlar.” diye not düşmüş. Hakikaten bu subaylar Londra’da belki bir iftiraya kurban gittiler. Birileri onların birtakım düşüncelerini devlete zararlı fikirler olarak yansıtıp oralara gittiler. Belki de özel görevli olarak gittiler ama kimse onları anlamadı. Bunlar Londra’dan İstanbul’a II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden hemen sonra döndüklerinde herkes onları burada görünce çok büyük bir sevinçle karşıladıklarında ilk talepleri Fizan’a tekrar gitmek oldu. Fizan’a gitmek demek ölmek demek. “Niçin gidiyorsunuz?” dediklerinde “Biz Nijer’de, Nijerya’da, bugünkü Çad’da İngiliz ve Fransız sömürge faaliyetlerini gördük. Biz İstanbul’da duramayız. Bizim oralara bir an evvel gitmemiz lazım.” dediklerinde de derhal oralara mutasarrıf ve komutan olarak tayin edilmişler ve bu askerler 1909 yılından 1912 yılına kadar, hatta 18 yılına kadar Osmanlı’nın o bölgedeki son 15 yıllık, 20 yıllık etkinliğinde en güçlü birliği oluşturmuşlardır.
Osmanlı’nın Fizan sürgünlerine bu açıdan baktığımızda da bizim Osmanlı Devleti’nin alenen bildiğimiz tarihi vesikaları yanında, kitaplara yansıyan bilgiler yanında bir de devletin özel mahrem bilgilerine konulan ve bugün belki onlara ulaşıldıkça aslında Afrika’da sadece Osmanlı hâkimiyeti olsun da başka ne olursa olsun değil, bilfiil Osmanlı’nın burada olması ve sonuç olarak gerçekten de Osmanlı’nın endişelerini, yerel halkın endişelerini çok çıplak olarak gözler önüne sermiştir. O da nedir? Osmanlı çekildikten sonra Kuzey Afrika’daki tüm verimli araziler, yerel halkın belki binlerce yıldır elindeki arazileri ellerinden alınmış ve Avrupa’nın fakir köyleri getirilip onlara dağıtılmış; yerel halkın çocuklarını Osmanlı hiçbir zaman asker alıp Osmanlı’nın farklı cephelerinde savaştırmazdı. Milyonlarca yerel halk Fransızlar, İngilizler, Almanlar, İtalyanlar, Belçikalılar tarafından askere alınarak Avrupa’daki cephelere uzak, doğudaki cephelere dünyada nerde savaş varsa oraya götürülmüşlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nda, İkinci Dünya Savaşı’nda… Bunların birçoğu hiç bilmedikleri, ne uğruna savaşıldığını bilmedikleri cephelerde ölmüş veya yaralanmışlardır. Bu başka bir olay. Yani Osmanlı o bölgelerde kendi dilini yaymazken, bugün Afrika’da maalesef sömürgeciler 40 yıldır, 50 yıldır kaldıkları çoğu ülkede ya İngilizce ya Fransızca birinci veya ikinci resmi dildir. Bu dillerle Afrikalılar ne kendi kültürlerine ciddi bir katkı sağlayabilmekte ne de Avrupalıların bu dilleriyle beynelmilel kültüre sağladıkları katkıyı Afrikalılar bu dillerle sağlayamıyorlar. Birkaç istisnai yazar dışında, sanatkâr dışında sadece bu dillerin hamallığını yapıyorlar. Osmanlı bunu istemedi. Osmanlı herkes kendi değerine sahip olsun istedi. Gerçekten Avrupa dilleri Afrika’da zorla insanlara dayatılmadan önce Arapça’yı kendi dinlerinin bir dili olarak kabul ettikleri için bugün sadece Mali’de yüzbinlerce yazma eser, 1890’lardan önce yazılan eserler hala mevcut. Ama Fransız işgalinin devam ettiği 60 yılda ve 1960’lardan sonra da Fransızca’nın resmi dil olarak dayatılmasından bugüne Mali’den eli kalem tutup eser üretmiş insan sayısı üçü beşi, yazdıkları eserler toplasak hepsi 100’ü geçmez. Oysa Mali’de asgari olarak 300 bin korunabilen yazma eserden bahsediliyor.
Moritanya’da, Fas’ta birçok bölgede Osmanlı’nın varlığı Afrika’nın vergisini toplamak değil. Osmanlı’nın böyle bir vergi sistemi yok. Oradan insanları alıp cephelere sürmeyi bırakın, tam tersine Anadolu gençliğini Afrika’daki tüm işgallere karşı, sömürgeciliğe karşı Anadolu’yu adeta bir yiğitler ocağı haline dönüştürüp buradan her yıl on binlerce genç alındı. Çünkü bu savaş sonuçta eğer zaferle biterse onun istifadesi olacak ama solumadan, nefes almadan can verecek yiğitler toplamışlar. Ve bu yiğitler Afrika kıtasında hakikaten o dört asır boyunca kıtayı sömürgeleştirmekten korumuşlardır. Ve bunu biliyor bu insanlar. Yani bunları dedelerinden dinlediler, atalarından dinlediler. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ne olan muhabbetlerinin temelinde yatan bu tarihi gerçekleri çok az da olsa kulaktan kulağa, dilden dile dolaşarak duydular.
Bugün bizim Afrika’da ne işimiz var? Afrika’yla bizim ilişkilerimizin uzun vadede ne faydası olabilir? Türkiye’deki üniversitelerimizde bugün binlerce Afrikalı genç okuyor. Bu gençler acaba bizim okuyacağımız imkânları mı alıyor gibi bir takım düşünceler varsa bunlar Batılı düşüncelerin bir şekilde bizim Afrika’dan 20. yüzyılda uzak kalmamızı sağlayan fikirlerin çok cılız sesleri. Biz bugün artık Afrikalı gençlerin Türkiye’de okuyanların, Türkiye’nin Afrika’daki bizim yapabileceğimizin ne kadar misli olduğunu tahmin etmemiz mümkün değil. Türkiye’ye katkı sağladığını şimdilerde görmeye başladık. Bugün Türkiye’nin Afrika’daki etkinliği… Herkesin etkinliği var. Çin muazzam bir etkinlik sağlamış durumda. Hindistan, ABD, Avrupa ülkeleri… Onlar binlerce insanla ordayken belki biz onlarca insanla herhangi bir ülkede birebir faaliyet gösteriyoruz.
Şunun çok iyi farkına vardılar ki Osmanlı Devleti 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında Afrika’da II. Abdülhamid’in çalmış oluğu maya tutmak üzereyken maalesef bozuldu. Eğer tutsaydı Afrika kesinlikle sömürgeleştirilemeyecekti. Afrika nasıl son yüzyılda diz çöktürülmüşse yeniden ayağa kalkacak. Birçok medeniyetin tarihte bildiğimiz güç kaynağı olmuş olan bu kıta, bugün Çin diye bir dev varsa, bugün ABD, Avrupa diye dünyaya adeta hükümranlıkta rakip tanımayan güç varsa hepsinin beslendiği yerdir. Ve sadece kendi menfaatlerine besleniyorlar. Türkiye Cumhuriyeti devleti Afrika’ya giderken şunu tabii ki planlamıyor. Siz çekilin ben geliyorum. Veya siz nasıl istifade ediyorsanız ben de istifade edeceğim mantığıyla değil, öncelikle siz onurunuzla, siz zenginliklerinizle buluşun. Ondan istifade etmesi gereken birileri varsa, onlar arasında bizi de görürseniz tabii ki biz de sizinle bunu paylaşırız. Ama asla kendimiz bu birlikteliğin bir ucunda kendi menfaatlerini düşünen, öbür ucunda da hiçbir zaman kendi hak ettiği rahatı, huzuru bulamayan toplumlar politikasını Türkiye Cumhuriyet devleti hiçbir zaman uygulamadı ve uygulamayacağını biliyorlar. O yüzden de Türkiye’nin Afrika’yla ilişkilerine adeta bir tür bir hevesten gereksiz bir iş gibi acaba birilerini biz bu sevdadan vazgeçirebilir miyiz diyorlar ama bizden Afrika’ya bugün her giden insanımız hangi görevle giderse gitsin bir yüzyıl önce veya üç yüzyıl önce kıta topraklarında, sahillerinde dolaşan atalarımızın niyetlerini bir şekilde belki daha da ileri düzeyde taşıyor. Çünkü bugünkü teknolojik imkânlarımız bizi daha fazla şeyler yapmaya zorluyor. Bu ay içerisinde Çad Cumhuriyeti’ne yaptığım ziyarette oradaki bir siyasetçiyle konuşmamda şunu söyledim. Keşke yüz yıl önceki sizin ve bizim atalarımızla bugün görüşebilme imkânımız olsa. Bize şunu söyleyeceklerdir. “Biz binlerce kilometreleri yürüyerek buluşuyorduk. Siz birkaç saatlik uçak yolculuklarıyla buluyorsunuz. O zaman siz daha fazla çalışmalısınız.”
Bugün Afrika’nın birçok ülkesinde elektrik kullanım oranı yüzde üç-beş. Dünya elektrik fazlasını Fransa Afrika’dan aldığı uranyumla sağlıyor. Hatta uranyumdan elde ettiği enerji fazla geldiği için toprağa vermekte. Oysa aynı Fransa birkaç bin kilometre kablo döşese Afrika’da birçok şehir, binlerce şehir aydınlanacak. Yapar mı? Yapmaz. Demek ki bizim bugünkü kıtaya ilgimiz o Zenci Musaların, Kuşçubaşı Eşreflerin, daha nice oradaki büyük Osmanlı önderlerinin, valililerinin, sivil memurlarının tutunmaları, oradaki varlıkları bugün yeniden meyvelerini verecek ve biz bir toplum olarak nasıl ki o kıtayı 4 asır korumuşsak, korunmasına yardımcı olmuşsak, onarla birlikte bunu yapmışsak gelecek kuşakların da buna ihtiyacı var. Bu ihtiyacı biz hissediyoruz. Onlar görüyorlar ve aramızdaki irtibatların temelinde de yatan yakınlaşma bu diyelim.
Bizim Afrika’daki varlığımızda temel dayanağımız yerel halk oldu hep. Yerel iktidarlar Osmanlı Devleti’nin genelde kendilerine yardıma gelmesini istediler ama yardıma geldikten sonra Osmanlı Devleti’nin yerel halk ile çok çabuk kaynaştığını görünce bu sefer İspanyol, Portekiz, Avrupalı düşmanlarıyla derhal işbirliğine gidenler oldu. Tunus’ta Hafsiler’le, Cezayir’de Zeyyaniler’le Osmanlı Devleti gerçekten mücadele etmek zorunda kaldı ve onların bitmek tükenmek bilmeyen iktidar hırslarının yerel halka çok ciddi sıkıntı verdiğini gördü. Yani onlar mesela Fas’taki Saadi Sultanlığı, sonrasındaki Filali Sultanlığı ile ilişkilerinde çok nadir gerginlik yaşanmış. Çünkü bunlar aynen Osmanlı gibi Portekizlere ve İspanyollara karşı mücadele ettikleri için Osmanlı kendisi gibi gördükleriyle veya Habeşistan’daki Harar Sultanlığı’yla böyle hareket etmiş. Yani Osmanlı’nın yerel halktan Zenci Musa olsun, Ömer Ağa olsun, Tuarek Şeyhi Muhammed bin Bisk, Yunus gibi yani İstanbul’a kadar mektup göndererek devlete sadakatini bildirme ihtiyacı hisseden, en azından kendilerini tarif edebilen insanların sayısı çok. Sahra Çölü’nde bugünkü Çad Cumhuriyeti’nde olsun Sudan’da Ali Dinar gibi. Ali Dinar İngilizlere öyle hakaretler içeren mektuplar yazar ki, İngilizler onu 1916 yılında şehit ederler. Veya yine bir Sudanlı olduğu halde Çad Gölü havzasını işgalden en az 25 yıl koruyan Rabih bin Fazlullah, Avrupalılar Rabah der, onun yapmış olduğu mücadele ve Osmanlı Devleti bunlardan haberdar olduğundan bunların Avrupalıların tarif ettiği gibi olmadıklarını ve bunların tek amacının sömürgeciliği durdurmak olduğunu görmüştür.
Osmanlı Devleti o 1918 hemen öncesinde Şehzade Osman Fuat Osmanoğlu’yu bugünkü Libya’ya gönderir ve Afrika grupları komutanlığı yapar. 1912’den sonra yani 1917-18 döneminde gittiğinde, yanına bir telgraf memuru alır. İhsan Bey. İhsan Bey’in hatıratında anlatır ki onlara dönün dendiğinde Libya sınırları içerisinden İtalyanlara yakalanmadan, onlara teslim olmadan Fransızlarla anlaşarak Fransızlara, “bizi Akdeniz sahiline geçirin biz buradan kendimiz İstanbul’a gideriz” dediklerinde onları alan Fransız askeri birliğin başındaki kişi bir köyün kenarından geçerken onlar orayı bir Roma harabesi zannederler. Merak edip sorduklarında da hayır orada da 15 gün önce cıvıl cıvıl büyük bir kasaba vardı. Fakat bize asker vermeyi kabul etmedikleri için köyde bir tek köpek dahi kalmayacak şekilde tüm canlıları yok ettik derler. Yani yerel halkı koruyan bir devlet ile yerel halka en büyük acıları çektiren bir devlet arasındaki farktan bahsediyoruz.
Tabii ki Zenci Musalar çıkacak. Ömer Ağalar çıkacak. Tabii ki Ali Dinarlar, Rabihler; bunların sayısı çok. Osmanlı subaylarına, askerlerine her türlü desteği verirler. Gerekirse Çanakkale’ye gelirler, gerekirse Ahmet Şerif gibi Anadolu’ya gelirler ve mücadelelerini sürdürürler. Fransızların Anadolu’ya getirdiği Senegalli nişancılar var on binlerce Çanakkale’de, Balkanlar’da bize karşı savaştırmak için ve bu askerlerin, biz onlarla ilgili belgeler okuduğumuzda bunların Osmanlı’ya silah çekmek istemediklerini, ezan seslerini duydukları anda Müslümanlarla çatışmaya getirildiklerini gördüklerini veya güneyde Cezayir’den, Tunus’tan gelen askerle Fransızların sömürge askerlerinin o bölgede de yine Fransızlardan kaçarak Osmanlılara sığındıklarını. Bunlar şunu gösteriyor. Osmanlı Devleti kötü bir iz bırakmadığı için bu merkezi şehirlerde olduğu kadar taşrasında, hatta Afrika’nın en ücra köşelerine kadar insanlar tarafından büyük bir sevgiyle, muhabbetle karşılaşmış ve karşılanmış. Şöyle bir şey de ilave edelim. Avrupalılar Afrika’yı tanımak istedikçe kıtanın içine gitmek için iki yol deniyorlardı. Ya Müslüman kılığına girip Afrika kültürlerini öğrenebilenler sıradan bir Mısırlı, bir Cezayirli gibi dolaşıyorlardı veya hiç de Müslüman kılığına girmeden, İstanbul’dan elçilikleri vasıtasıyla aldığı geçiş belgeleri, mühür tezkereleri dediklerimizle. Yani Osmanlı Devleti diyor ki bu kişi, bu Avusturyalı, bu Fransız Nijer’in şu bölgesinde, Çad’ın bu bölgesinde araştırma yapacak, bir seyahat yapacak dediğinde bu belgeyle gittiği zaman onun dinine, milliyetine bakmadan en iyi şekilde misafir ediliyordu. Ama Müslüman kılığına girip dolaşanların Müslüman olmadıkları anlaşıldığında da artık yaşama şansları kalmıyordu. Yani oradaki insanların da Osmanlı’dan gelenin dinine, meşrebine, niyetine bakmadan onları büyük bir misafirperverlikle karşıladıkları, kötü niyetli gelenlerin de velev ki kendileri gibi görünsünler kabul görmediklerini anlıyoruz. O açıdan da yani biz belki çok sıradan insanlar şahsiyetlerden bahsediyoruz. Herhangi bir özelliği olmayan devletlerin de o bölgelerde, eyaletlerde devlet adına ciddi görevlerde bulunmayan insanların Osmanlı’dan aldıkları o muhabbet ve Osmanlı’yla birlikte olma arzusu onları dünyanın neresine giderlerse gitsinler Osmanlı’ya sadakat göstermeye sevk etmiştir. Yani bakın Avrupalılar o kadar gücüne rağmen mesela Fransızlar Çad’da 40 yıl kaldı. Mali’de 60 yıl kaldı. Senegal’de belki yüz yıl kadar, Cezayir’de 130 yıl kadar kaldılar. İngilizler Mısır’da bir 70-80 yıl kadar etkin olabildiler. Ama Osmanlı hem de o zor şartlarda, imkânların çok sınırlı olduğu o asırlarda dört asır bu bölgedeki insanlarla birlikte olabilmeyi başarmıştır. O da tabii ki geçen asırlar içerisinde bu tür şahsiyetlerin kimliğinin oluşmasına ciddi katkı sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki yerine göre hâkimiyeti, yerine göre farklı bölgeler üzerinde kurduğu nüfuzu veya çok uzak bölgelerle kurduğu dostluk ilişkileri asırlarca sürdü. Bu ilişkiler içerisinde zaman zaman yerel hakla sınırlı da olsa, birtakım gerginlikler de yaşansa 400 yıllık hâkimiyet içerisinde bunlar tarihin derinlikleri içerisinde dostlukların gölgesinde unutuldu kayboldu.
Avrupalılar 16. yüzyılda Afrika’yı adım adım işgal edip her tarafını sömürgeleştirme niyetiyle giriş yaptıklarında karşılarında yerel güçlerin dayanamayacaklarını biliyorlardı. O yerel güçler de gelen Avrupalılar karşısında, Avrupa darbesi karşısında o gün, o asır, en büyük ve de yegane desteğin Osmanlı’dan olacağını bildiklerinden dolayı Osmanlılar 16. yüzyılda bugünkü Mısır’dan Cebelitarık Boğazı’na kadar olan Kuzey Afrika hattında ve Kızıl Deniz havzasında hem Arap Yarımadası sahilleri hem de Afrika’nın doğu sahillerini güven altına aldılar o 16. yüzyıl boyunca. Bu yüzyıl aslında Afrika’nın büyük bir kurtuluş asrıdır.
Sömürgeleştirilmeye karşı o asırda atılan temeller kıtaya büyük bir güven ve istikrar sağladı. 19. yüzyıla geldiğimizde artık Afrika Avrupalılarca daha iyi tanınmaya başladı ve kıtayı ne yapıp edip işgal edecekler ve aralarında paylaşacaklardı. Bununla ilgili Avrupa devletleri arasında çok ciddi işbirlikleri yapıldı. Eğer Osmanlı ayakta kalırsa Avrupalıların Afrika niyetleri sonuçsuz kalacak, 16. yüzyıldaki gibi belki birkaç asır daha kıtaya yaklaşamayacaklardı. O sebeple iki şeye çok odaklandılar. Bir; Afrika’yı işgal. Ama bunu yapabilmek için de önce Osmanlı’yı bu kıtadan tamamıyla yok etme üzerine yoğunlaştılar ve bu çerçevede 19. yüzyılın ilk çeyreğinde önce 1798’de İngilizler, Fransızlar Mısır’a girdiler ve 1802 yılında Mısır’dan çıktılar ama artık bir kere Afrika’nın tadına bakmış oldular.
Fransızları Afrika’ya alıştıran bu Mısır seferi peşinden Cezayir’e musallat oldular ve 1827 yılında Cezayir’e yaptıkları saldırı neticesinde yavaş yavaş Cezayir’in bir şekilde ele geçirilebileceğini, Osmanlıların artık eskisi gibi müdahale etmede yetersiz kaldığını, kalabileceğini gördüler. Bu süre aslında az sürmedi. Yani 1827 yılından Cezayir’in bugünkü sınırlarıyla tamamının Fransa tarafından işgali 1920’dir. Yani neredeyse 90 yıldan fazla sürmüştür. Cezayir halkı Osmanlı Devleti’yle yakın bir ilişki içinde 90 yıl son yerlerine kadar mücadele etmişlerdir. Tabii bu Cezayir’in düşüşü Osmanlı açısından çok büyük bir kayıptı. Osmanlı bu sebeple başka yerleri kaybetmemek için -ki o yerlerin başında Trablusgarp geliyordu ve 1835 yılında Fransızlar Trablusgarp’ı almaya çok niyetliydiler- çok büyük bir hamle yaparak, Cezayir’de o beş sene önceki geç davranma, yeterli müdahaleyi yapamama noktasını Trablusgarp’ta yaşamamak için Trablusgarp’ı güvene aldılar. Donanma gönderdiler, asker gönderdiler ve aldıkları tedbirlerle Osmanlı Devleti Trablusgarp’taki varlığını Afrika’daki en uzun varlığa çevirdi ve 1912 yılına kadar, bilfiil 1918 yılına kadar da, Mondros Mütarekesi’ndeki maddelerle resmi ilişkilerini kesmesine kadar Afrika’da onun meyvesi topladı. Yani alınan tedbirlerin aslında ne kadar işe yaradığını gördü ki Trablusgarp bir anlamda belki Osmanlı Devleti’nin en ciddi son savaşlarından biri oldu. Ama Trablusgarp cephesinde görev alan subay, asker, sivil, istihbarat görevlileri oradaki tecrübelerini daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atılmasında kullanmış, bugünkü sınırlar içinde güçlü bir devlet kurulmasının âdete bir okulu olmuştur Trablusgarp cephesi.
Tunus Bey’i her ne kadar devlet içinde bir devlet gibi Tunus’u idare ediyor olsa da, Tunus dış ilişkilerinde ve özellikle Osmanlı’ya bağlılığında, sadakatinde şüphe olmayan bir Osmanlı eyaleti idi. Tunus 1881 yılında da Fransa tarafından himaye adı altında işgale uğrayınca bu sefer İngilizler Fransızların 1802 yılında bırakmak zorunda kaldıkları Mısır’a girdiler ve Mısır 1882 yılında İngilizlerin kondominyum, yani birlikte idare adını verdikleri, bir tarafta Mısır hidivi diğer tarafta da İngiliz sömürge valisi birlikte Mısır’ı idare edeceklerdi. Ama burada artık İstanbul’un hükmü geçmeyecekti. Sudan da Mısır’a bağlı bir hükümdarlıktı. Mısır hidivliği Osmanlı’ya bağlı, Sudan da Mısır’a bağlı bir hükümdarlık. Bunu bahane ederek aynı yıl bu hükümdarlık da bizim dediler kondominyum içerisinde. Ancak Sudan yerel halkı buna çok ciddi tepki gösterdi. İngilizler tabii siyaseten hileli savaşta ne kadar mahir olduklarını gösterdiler. Oradaki yerel idarecilerin birçok önderini ikna ederek kendi saflarına çekip sonra da etkisiz hale getirdikten sonra da idam ettikleri o dönemin bütün kayıtlarında mevcut. Zaten tarihen de biliniyor.
Bu süreç 1884 yılında bugünkü Eritre’nin İtalya tarafından işgali, aynı şekilde Cibuti’nin Fransa tarafından işgali, İtalyanların bugünkü Somali kıyılarını işgali ile devam etti. Osmanlı Devleti’nin Akdeniz havzasında Mısır, Trablusgarp, Tunus ve Cezayir dört eyalet, Kızıldeniz havzasında da beş eyalet olarak Doğu Afrika sahillerini her türlü işgale karşı muhafaza etmek üzere beş eyaleti vardı. Zaman zaman Habeş eyaletinin yetkisi hem Kızıldeniz’in Arap Yarımadası tarafından Hicaz’a bazen de özellikle Aden Körfezi çevresinde Yemen vilayetine geçer. Yani böylece Habeş, Hicaz ve Yemen bir sacayağı gibi Kızıldeniz’de Osmanlı hâkimiyetinin dört asırdan fazla sürmesini ve burada Avrupalıların nüfuzunu engellemeyi, iki yerel halkın bir anlamda Endülüs’teki gibi tamamıyla yok olmasını önlemek, kendi varlıklarıyla yaşamaya devamlarını sağlamaktı.
19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılıların oldubittilerle birtakım yerel insanları ikna ederek kendi saflarına çekmeleriyle başlattıkları süreçte II. Abdülhamid’in -ki kendisinin önce Sultan Abdülaziz olsun daha önce Sultan Abdülmecid ve II. Mahmut’a uzanan o tecrübeler- aslında 20. yüzyıla Osmanlı’yı güçlü sokmak, özellikle Afrika’da her türlü saldırıya karşı bir direnç oluşturmak istediğini ve bunu Anadolu insanı kadar Afrika yerlilerini de bu işin içerisine çekerek birlikte hareket ederek çok ciddi bir mücadeleyi hareketlendirdiğini görüyoruz. II. Abdülhamid diğer padişahlardan farkı olarak -belki dönemin de şartları öyle gerektiriyordu- artık dünyanın neresinde bir Müslüman toplum varsa onları tanımak, onlarla İstanbul arasında sadece gönül bağı kurmak değil, bu önemliydi belki bu tarih boyunca hep vardı ama bunu fiili olarak da hem kendi varlıklarının devamı hem de ülkelerinin herhangi bir şekilde İstanbul’dan kopmalarını önlemek ve güçlü olmalarını sağlamak için her tarafa görevliler gönderiyordu.
Bu anlamda bugünkü Etiyopya olarak bildiğimiz o zamanki Habeş eyaletinin sınırları içerisindeki Addis Ababa’ya bugünkü Afrika’nın en önemli şehirlerinden birisiydi ve o dönemde görevliler gönderiyordu. Bu görevliler oralarda Müslüman olsun olmasın onların Osmanlı’yla bağını, irtibatını kurarak Batı’ya karşı bir cephe oluşturuyordu. Kuzeyde de bunu denedi ve II. Abdülhamid bunda çok başarılı oldu. Biz bugün Yemen’e, son yıllarda yaşanan bu iç savaş esnasında özellikle dışardan gelen saldırılar Suudi Arabistan ve İran arasındaki kavganın aslında en çok kaybedeni diyoruz. Ve o Yemen’de sadece insanlar en kıymetli varlığı canlarını kaybetmiyor, yaralanmıyor; aynı zamanda oradaki binlerce yıllık tarih, özellikle de Osmanlıların en zor zamanlarında Yemen’in başkentine değişik şehirlerine açtıkları medreseler, önemli binalar tahrip oluyor. Bunları inşallah bir an evvel göreceğiz. Fazla zarar görmemesi, hiç zarar görmemesi bizim arzumuz. II. Abdülhamid’in Anadolu’daki herhangi bir şehrimize yaptığı hizmet kadar Yemen’de, Sana’da, Trablusgarp’ta yaptığı eserleri biz bugün gittiğimizde bundan üç beş sene önce, on sene önce gördüğümüzde, sanki üç beş sene önce yapılmış kadar muhafaza edildiğini ve o günkü amaçlarına hizmet ettiğini görüyorduk. Bu binalar II. Abdülhamid’in buralarla bir sevda için ilgilenmediği, geçici bir heves değil uzun soluklu ve kalıcı bir amaç güttüğünü gösteriyor.
Bütün bu ilişkilerde birinci etken insan unsuru. Yetişmiş insan. Ve buralara Osmanlı Devleti İstanbul’da okullar açarak, mevcut okullara, aşiret mektepleri olarak açılan okullara bu ülkelerden insanlar getirerek bunları yetiştirerek, yerelde kimlerle iş birliği yapabilecekse onlarla işbirliği yapacak. Çünkü artık savaşlar sadece düzenli orduların savaşı değil; yerel halkın, yerel insanların da bunun içerisine girmesiyle, dâhil olmasıyla daha bir düşmana karşı direnç oluşturuyor. Bunun en güzel örneğini belki tarihte benzeri zor rastlanır, Trablusgarp’ta Osmanlı Devleti II. Abdülhamid döneminde Senusilerle yaşamıştır. Normalde Muhammed bin Ali Es Senusi, Cezayir’in Mostaganemu şehrinde doğmuş, çocukluk yıllarını Batı Cezayir’de, sonra Fas’ta, gençlik yıllarını Hicaz’da geçirmiş ve o dönemin şartları içerisinde bir Müslüman gencin, kendini geleceğe hazırlayan bir gencin sahip olması gereken tüm bilgileri edindikten sonra bunları bilfiil alanda uygulamak üzere Cezayir’e dönecektir. Ancak Tunus sınırından Cezayir sınırına yaklaştığında Fransızlar 1827-30 yılları arasındaki o müdahalesinin henüz sahil şeridinde sürdüğü günlerdir ve Cezayir’e giremez. Mostaganem’e gidemez ve Tunus’tan geri dönüp Hicaz’a giderken Trablusgarp’ta Osmanlı valisiyle karşılaşır. Vali kendisine çok yakın ilgi gösterir. Aslında bu ilgi, daha 1830’daki ilgi 1911-12 yılındaki Trablusgarp Osmanlı-İtalyan savaşındaki Senusilerle Osmanlı düzenli orduları işbirliğinin temellerinin atılmasına ta 70 sene önce, 80 sene önce zemin hazırlamıştır. Ve Muhammed Ali Es Senusi bugünkü Bingazi şehrine yakın Cebelul Ahdar’da ilk zaviyesini açar ve o zaviye kısa zamanda çok ilgi görür. Bir müddet sonra tüm Kuzey Afrika’da, hatta İstanbul’da, Hindistan’da, ulaşabildikleri birçok yerde Senusi zaviyeleri açılır. Takriben 400 kadar zaviyede Muhammed Ali Es Senusi -ki kendisi 1859 yılında Libya’nın biraz sahilden içerlerdeki Cegbub şehrinde vefatına kadar- sayesinde artık bu Senusilik maya tutmuştur. Avrupalılar onu Osmanlı’ya karşı kullanmak için çok uğraşmışlar ve bir sürü yalanlarla, iftiralarla Osmanlı padişahlarıyla onun arasını açmaya kalkışmışlar, muvaffak olamamışlardır.
Oğlu Mehdi Senusi ile aynı süreci devam ettirmek istemişler, muvaffak olamamışlar ve torunu Ahmet Şerif özellikle 1902’den sonra, önce Osmanlılarla Senusilerin omuz omuza İtalyan işgaline karşı savaşmasında bir numaralı yerel yönetici önder olmuştur. Hatta Mondros Mütarekesi ve 1918 sonrasında Anadolu’ya gelerek bu sefer hem Osmanlı’nın son döneminde Anadolu’da, hem de cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda yine bu bölgede mücadele ederek bizimle beraber olduğunu, eğer bu coğrafya işgalden kurtulursa Libya’nın zaten kurtulacağını, yok burası düşerse Libya kurtulmuş olsa bile Libya’nın yine kaybedeceği düşüncesinden hareketle adeta İslam dünyasında önce gövdeyi kurtarma, ana yapıyı kurtarma gibi çok önemli bir vazife üstlenmiş. Ve bunu da hakkıyla yerine getirmiş çok önemli bir şahsiyet. Tüm bunlar içerisinden bu bizim tarih kitaplarında, dönemin basılı yayın organlarında, hatıratlarında öne çıkan isimler gibi öyle isimler var ki bazen belki birkaç yerde geçer ama biz bunların ne kadar tarihi rol oynadığını belki hiç öğrenemeyeceğiz, belki de bir gün bir yerde kalmış hatıralar, bazı arşiv belgelerinde, özel arşivlerde kalan belgelerde bunların kişiliklerini keşfedeceğiz. Bunlardan birisi de Zenci Musa.
Aslında bir Zenci Musa ile olacak kadar bu işler özetlenemez. Ama bazen bir şahsiyet diğer şahsiyetleri keşfetmeye, belki onar üzerine de yönelmeye, hatta belki onların amaçlarını, hedeflerini, neler yaptıklarını öğrenmemize sebep olabilir. Yani bugün Libya olarak ifade ettiğimiz ülke Trablusgarp burada henüz Osmanlı idaresinin devam ettiği dönemde, bugün Sahra Altı Afrika olarak ifade ettiğimiz Kuzey Afrika ülkelerinin güneyinde kalan her yerden, nasıl şimdi Akdeniz’i geçmek için Avrupa’ya binlerce insan uğraşıyor, o zamanlar Trablusgarp’a ulaşıp Osmanlı’yla omuz omuza Avrupalıların işgaline karşı hazırlık yapan yerel halklar vardı. Birçok Zenci Musa vardı. Binlerce. Bunların bir kısmı Trablusgarp sokaklarında kendi hayatlarını yaşarken İngilizler de bu arada Batı Afrika’dan Nijerya’ya musallat olmuşlardı. Bu devleti sömürgeleştirmek üzere güneyinden kuzeyine doğru ilerlediklerinde oradan gelen Müslümanların bir kısmı veya daha önceden Trablusgarp’taki hayatlarını devam edenleri “Nijerya artık bizim işgalimizde. Herhangi bir Nijeryalı dünyanın neresinde olursa olsun bizim sömürgemizin vatandaşı olduğu için derhal bizim konsolosluğumuza gelip kimliklerini alabilirler. Kayıt yaptıracaklar”. Hatta onların etkin önemli şahsiyetlerini birçok vaatlerle kendilerine celbetmek istemişlerdir.
Zenci Musa gibi Ömer Ağa da çok sembol bir isimdir. Nijeryalı Ömer Ağa Trablusgarp’ta Osmanlı idaresi devam ettiği sürece hiçbir Nijeryalının İngiliz tebaasına geçmeyeceğini, İngiliz sömürgesini kabul etmediğini defaatle onlara söyler ve o kapıları kapatır.
Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika olsun Doğu Afrika sahilleri olsun yani Afrika’daki Müslüman toplumlar özelinde en büyük benimsenme sebebi tabii ki hilafetin İstanbul’da olması. Belki halife onların varlığından haberdar değil. Çünkü Afrika’daki Osmanlı hâkimiyetindeki toprakların üzerinde bugün 14 devlet var bilfiil. Osmanlı hâkimiyeti topraklarına, yani bugün Somali, Cibuti, Etiyopya, Eritre, Sudan, Uganda, Güney Sudan da yeni bir devlet oldu, Orta Afrika Cumhuriyeti’ne, biraz içlerine kadar uzanan Çad ve Nijer’in kuzeyinden tabii ki Mısır, Libya, Tunus, Cezayir derken bunların yüzölçümü takriben 14 milyon kilometre kare. Hatta Osmanlı 1585 yılında Yemen üzerinden Kenya’daki, bugün adı Kenya o zamanlar Mombasa’daki, Portekiz hâkimiyetini sona erdirmiştir. Yerel halklar Osmanlı’nın niçin geldiğini biliyorlar. Yani Osmanlı gittiği herhangi bir yerde insanları dört yüz yıl kaldığı sürece kendine benzetmek için uğraşmamıştır.
Bugün birçok Batılı tarihçi hatta bizde bile bu anlamda onların söylediklerini gerçek kabul edenler Osmanlı’nın bunu yapamadığını söylerler. Osmanlı Devleti sadece Tunus şehrini almak için 1574 yılında 50 bin asker sevk edip bir ay içinde bunun on binini şehit veren bir devlet. Tunus halkının tamamına Türkçe konuşmasını, tamamının Hanefi mezhebine girmesine sadece bir kararla uygulayabilirdi. Ama Osmanlı Devleti’nin, değil Müslüman halkı kendine benzetmek, Hristiyan, Yahudi, başka halklara sahip çıkarken en büyük yaklaşımı “Bizler sizleri ancak Allah’ın emaneti olarak kabul ediyoruz.” şeklindedir. Şimdi bu insanlar yiyecek, içecek, bu insanlar kendi hayatlarını yaşayacaklar. Ekonomilerini ayakta tutacaklar. Ziraatini ayakta tutacaklar. Osmanlı Devleti bir bölgeye geldiği zaman kimsenin arazisinde gözü olmaz. Kimsenin oğlunu cephelere asker olarak götürmüyor. Kimsenin kızını cariye olarak başka coğrafyalara götürmüyor. Veya onların kendisinin cariyesi olarak kullanmıyor.
Osmanlı Devleti Batılıların Afrika’daki varlığıyla Osmanlı’nın varlığı mukayese edildiğinde -ki edilmek zorunda- bugün Batılıların yaklaşımı adeta kopyalayıp Osmanlı da böyle yapmıştır deyip birkaç böyle basit sıradan ve de devletin rızası dışında yapılan işi ileri götürüp Osmanlılar da Afrika’da Avrupalıları aratmamışlar gibi birtakım fikre sahip olanlar, bunları akademik çalışma konusu yapanlar köle ticareti dâhil olmak üzere Osmanlı da yaptı gibi bir ifade kullanırlar. Çünkü İslam’ın emri budur. Elinden gelse tamamen yok edebiliyordu. Hatta Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bugünkü Sudan topraklarında birtakım uygulamalarının yerel halka çok ciddi sıkıntı verdiğini haber aldığında “Bizim varlığımız insanlara huzur getirmek, huzurunu kaçırmak değil” diye kendisini defaatle ikaz ettiğini ve bu konuda ısrarcı olamaması gerektiğini kendisine telkin ettiğini biliyoruz. Ve bu telkinler emir gibidir. O yüzden yerel halk Osmanlı’dan gördükleri yakın alakaya Osmanlı’nın o bölgeden çekileceğini hissettikleri anda yaşadıkları herhangi bir ortama, bu bir kasaba olabilir, köy olabilir, bir vaha olabilir, mutlaka bir Osmanlı bayrağı dikerek buralar Osmanlı idaresinde diyecek kadar sömürgecilerin karşına çıkmışlardır. Sömürge devletler oralara geldiklerinde İngilizler, Fransızlar “Buralara Osmanlılar ne zaman geldi?” dediklerinde “Hiçbir zaman gelmediler.” dendi. “Peki bu bayrak nedir?” dediklerinde “Biz oraya bağlıyız.” cevabını aldılar.
Bugün Cezayir’in merkezinden en az 1500-2000 km güneyinde en büyük Sahra şehri olan Tamanrasset’in olduğu yerde Tuareg kabileleri var. Bu kabilelerinin şeyhi 1881 yılında II. Abdülhamid’e bir mektup yazıyor. Diyor ki “Buraya 500 kişilik bir Fransız birliği geldi. Bunların amacı Cezayir’den bugünkü Mali sınırlarına girmek ve Senegal’den ilerleyen Fransız birlikleriyle buluşmak. Böylece Trans Sahara, Sahra Çölü’nü iki taraftan bağlayarak tam bir sömürge kurmak. Biz buna müsaade etmedik. Niyetlerini biliyoruz. Dertleri sömürge kurmak. O sebeple biz onların buradan geçişine müsaade etmedik. Aramızda çıkan çatışmada biz başlarındaki albay dâhil olmak üzere, Albay Flatters dâhil olmak üzere, biz bunları yok ettik” diye bir mektup gönderiyor İstanbul’a. Diyor ki “İstanbul’daki Fransız büyükelçisi, sefiri; Büyük Sahra’da bir vahşi kabile var. Bizim oradaki medeni faaliyetlerimize engel oluyor derse biz vahşi değiliz. Biz vatanını, toprağını seven, coğrafyasını koruyan ve sizi halife olarak bilen, İslam’ın temsilcisi olarak bilen bir topluluğuz. Ama bunlar yine gelecektir. Eğer imkânınız varsa bize ateşli silahlar gönderin. Ancak biliyoruz ki sizler Ruslarla 1877-78 savaşından yeni çıktınız.” Yani 3 sene önce. Ta Sahra Çölü’ndeki bir Tuareg şeyhi bundan haberdar. O yazdığı Arapça mektupta “Belki o silahları siz gönderemeyeceksiniz, daha çok ihtiyacınız var ama hiç olmazsa sizden talebimiz Fransız sefirinin bizim aleyhimizdeki propagandasına inanmamanız.” şeklinde son derece anlamlı tek sayfalık bu mektup aslında bize büyük bir ders vermekte.
Bu şekilde ta Fizan’dan, Sudan’dan, Habeşistan’dan ne kadar mektup geldiğini, bu mektupların ne kadarının tasnif edildiğini veya ne kadarının tahrip edildiğini, yok olduğunu, belki birçoğunun yollarda kaybolduğunu, ta Hint Okyanusu’ndaki Komor Adaları’ndan, Madagaskar’dan, Mozambik’ten, Hicaz demiryolu inşasına varana kadar, Osmanlı-Rus savaşı gazilerine ve onların yakınlarına toplanan yardımların miktarlarının ta İstanbul’a kadar getirilip hatta Kurtuluş Savaşı yıllarında da Ankara’ya getirilip Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne teslim edildiğini evraklarda, resmi yazışmalarda görüyoruz. Afrika’daki Osmanlı’ya karşı bu ilginin sebebi, burada kendi halinde oturmuş sadece uzaktan bizi sevsinler, bize bayılsınlar, biz halifeyiz düşüncesiyle hareket eden insanlara duyulan bir sevgi değil.
Bilfiil o Sahra çöllerini geçerken yani II. Abdülhamid’in Fizan’a sürdüğü subayların bir kısmı buradan firar ederek o günkü Nijer, Nijerya üzerinden Londra’ya geçerken Nijer’de karşılaştıkları Fransızlarla ister istemez birkaç gün, bir müddet muhabbet cereyan ediyor. Fransızlar bunları not etmişler ve bu subayların II. Abdülhamid’den hiç hoşlanmadıklarını, II. Abdülhamid’e karşı çok büyük bir nefret duyduklarını kaydetmişler. Bu notların bir kısmı bu şekliyle Paris’e ulaşırken mesela Mali Cumhuriyeti’ndeki arşive bu notların kenarına bir başka Fransız “Bu Osmanlı subaylarının hiçbir sözüne güven olmaz. Bunların içinde gizli bir Abdülhamid sevgisi var. Bunlar aslında Abdülhamid’e hayranlar.” diye not düşmüş. Hakikaten bu subaylar Londra’da belki bir iftiraya kurban gittiler. Birileri onların birtakım düşüncelerini devlete zararlı fikirler olarak yansıtıp oralara gittiler. Belki de özel görevli olarak gittiler ama kimse onları anlamadı. Bunlar Londra’dan İstanbul’a II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden hemen sonra döndüklerinde herkes onları burada görünce çok büyük bir sevinçle karşıladıklarında ilk talepleri Fizan’a tekrar gitmek oldu. Fizan’a gitmek demek ölmek demek. “Niçin gidiyorsunuz?” dediklerinde “Biz Nijer’de, Nijerya’da, bugünkü Çad’da İngiliz ve Fransız sömürge faaliyetlerini gördük. Biz İstanbul’da duramayız. Bizim oralara bir an evvel gitmemiz lazım.” dediklerinde de derhal oralara mutasarrıf ve komutan olarak tayin edilmişler ve bu askerler 1909 yılından 1912 yılına kadar, hatta 18 yılına kadar Osmanlı’nın o bölgedeki son 15 yıllık, 20 yıllık etkinliğinde en güçlü birliği oluşturmuşlardır.
Osmanlı’nın Fizan sürgünlerine bu açıdan baktığımızda da bizim Osmanlı Devleti’nin alenen bildiğimiz tarihi vesikaları yanında, kitaplara yansıyan bilgiler yanında bir de devletin özel mahrem bilgilerine konulan ve bugün belki onlara ulaşıldıkça aslında Afrika’da sadece Osmanlı hâkimiyeti olsun da başka ne olursa olsun değil, bilfiil Osmanlı’nın burada olması ve sonuç olarak gerçekten de Osmanlı’nın endişelerini, yerel halkın endişelerini çok çıplak olarak gözler önüne sermiştir. O da nedir? Osmanlı çekildikten sonra Kuzey Afrika’daki tüm verimli araziler, yerel halkın belki binlerce yıldır elindeki arazileri ellerinden alınmış ve Avrupa’nın fakir köyleri getirilip onlara dağıtılmış; yerel halkın çocuklarını Osmanlı hiçbir zaman asker alıp Osmanlı’nın farklı cephelerinde savaştırmazdı. Milyonlarca yerel halk Fransızlar, İngilizler, Almanlar, İtalyanlar, Belçikalılar tarafından askere alınarak Avrupa’daki cephelere uzak, doğudaki cephelere dünyada nerde savaş varsa oraya götürülmüşlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nda, İkinci Dünya Savaşı’nda… Bunların birçoğu hiç bilmedikleri, ne uğruna savaşıldığını bilmedikleri cephelerde ölmüş veya yaralanmışlardır. Bu başka bir olay. Yani Osmanlı o bölgelerde kendi dilini yaymazken, bugün Afrika’da maalesef sömürgeciler 40 yıldır, 50 yıldır kaldıkları çoğu ülkede ya İngilizce ya Fransızca birinci veya ikinci resmi dildir. Bu dillerle Afrikalılar ne kendi kültürlerine ciddi bir katkı sağlayabilmekte ne de Avrupalıların bu dilleriyle beynelmilel kültüre sağladıkları katkıyı Afrikalılar bu dillerle sağlayamıyorlar. Birkaç istisnai yazar dışında, sanatkâr dışında sadece bu dillerin hamallığını yapıyorlar. Osmanlı bunu istemedi. Osmanlı herkes kendi değerine sahip olsun istedi. Gerçekten Avrupa dilleri Afrika’da zorla insanlara dayatılmadan önce Arapça’yı kendi dinlerinin bir dili olarak kabul ettikleri için bugün sadece Mali’de yüzbinlerce yazma eser, 1890’lardan önce yazılan eserler hala mevcut. Ama Fransız işgalinin devam ettiği 60 yılda ve 1960’lardan sonra da Fransızca’nın resmi dil olarak dayatılmasından bugüne Mali’den eli kalem tutup eser üretmiş insan sayısı üçü beşi, yazdıkları eserler toplasak hepsi 100’ü geçmez. Oysa Mali’de asgari olarak 300 bin korunabilen yazma eserden bahsediliyor.
Moritanya’da, Fas’ta birçok bölgede Osmanlı’nın varlığı Afrika’nın vergisini toplamak değil. Osmanlı’nın böyle bir vergi sistemi yok. Oradan insanları alıp cephelere sürmeyi bırakın, tam tersine Anadolu gençliğini Afrika’daki tüm işgallere karşı, sömürgeciliğe karşı Anadolu’yu adeta bir yiğitler ocağı haline dönüştürüp buradan her yıl on binlerce genç alındı. Çünkü bu savaş sonuçta eğer zaferle biterse onun istifadesi olacak ama solumadan, nefes almadan can verecek yiğitler toplamışlar. Ve bu yiğitler Afrika kıtasında hakikaten o dört asır boyunca kıtayı sömürgeleştirmekten korumuşlardır. Ve bunu biliyor bu insanlar. Yani bunları dedelerinden dinlediler, atalarından dinlediler. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ne olan muhabbetlerinin temelinde yatan bu tarihi gerçekleri çok az da olsa kulaktan kulağa, dilden dile dolaşarak duydular.
Bugün bizim Afrika’da ne işimiz var? Afrika’yla bizim ilişkilerimizin uzun vadede ne faydası olabilir? Türkiye’deki üniversitelerimizde bugün binlerce Afrikalı genç okuyor. Bu gençler acaba bizim okuyacağımız imkânları mı alıyor gibi bir takım düşünceler varsa bunlar Batılı düşüncelerin bir şekilde bizim Afrika’dan 20. yüzyılda uzak kalmamızı sağlayan fikirlerin çok cılız sesleri. Biz bugün artık Afrikalı gençlerin Türkiye’de okuyanların, Türkiye’nin Afrika’daki bizim yapabileceğimizin ne kadar misli olduğunu tahmin etmemiz mümkün değil. Türkiye’ye katkı sağladığını şimdilerde görmeye başladık. Bugün Türkiye’nin Afrika’daki etkinliği… Herkesin etkinliği var. Çin muazzam bir etkinlik sağlamış durumda. Hindistan, ABD, Avrupa ülkeleri… Onlar binlerce insanla ordayken belki biz onlarca insanla herhangi bir ülkede birebir faaliyet gösteriyoruz.
Şunun çok iyi farkına vardılar ki Osmanlı Devleti 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında Afrika’da II. Abdülhamid’in çalmış oluğu maya tutmak üzereyken maalesef bozuldu. Eğer tutsaydı Afrika kesinlikle sömürgeleştirilemeyecekti. Afrika nasıl son yüzyılda diz çöktürülmüşse yeniden ayağa kalkacak. Birçok medeniyetin tarihte bildiğimiz güç kaynağı olmuş olan bu kıta, bugün Çin diye bir dev varsa, bugün ABD, Avrupa diye dünyaya adeta hükümranlıkta rakip tanımayan güç varsa hepsinin beslendiği yerdir. Ve sadece kendi menfaatlerine besleniyorlar. Türkiye Cumhuriyeti devleti Afrika’ya giderken şunu tabii ki planlamıyor. Siz çekilin ben geliyorum. Veya siz nasıl istifade ediyorsanız ben de istifade edeceğim mantığıyla değil, öncelikle siz onurunuzla, siz zenginliklerinizle buluşun. Ondan istifade etmesi gereken birileri varsa, onlar arasında bizi de görürseniz tabii ki biz de sizinle bunu paylaşırız. Ama asla kendimiz bu birlikteliğin bir ucunda kendi menfaatlerini düşünen, öbür ucunda da hiçbir zaman kendi hak ettiği rahatı, huzuru bulamayan toplumlar politikasını Türkiye Cumhuriyet devleti hiçbir zaman uygulamadı ve uygulamayacağını biliyorlar. O yüzden de Türkiye’nin Afrika’yla ilişkilerine adeta bir tür bir hevesten gereksiz bir iş gibi acaba birilerini biz bu sevdadan vazgeçirebilir miyiz diyorlar ama bizden Afrika’ya bugün her giden insanımız hangi görevle giderse gitsin bir yüzyıl önce veya üç yüzyıl önce kıta topraklarında, sahillerinde dolaşan atalarımızın niyetlerini bir şekilde belki daha da ileri düzeyde taşıyor. Çünkü bugünkü teknolojik imkânlarımız bizi daha fazla şeyler yapmaya zorluyor. Bu ay içerisinde Çad Cumhuriyeti’ne yaptığım ziyarette oradaki bir siyasetçiyle konuşmamda şunu söyledim. Keşke yüz yıl önceki sizin ve bizim atalarımızla bugün görüşebilme imkânımız olsa. Bize şunu söyleyeceklerdir. “Biz binlerce kilometreleri yürüyerek buluşuyorduk. Siz birkaç saatlik uçak yolculuklarıyla buluyorsunuz. O zaman siz daha fazla çalışmalısınız.”
Bugün Afrika’nın birçok ülkesinde elektrik kullanım oranı yüzde üç-beş. Dünya elektrik fazlasını Fransa Afrika’dan aldığı uranyumla sağlıyor. Hatta uranyumdan elde ettiği enerji fazla geldiği için toprağa vermekte. Oysa aynı Fransa birkaç bin kilometre kablo döşese Afrika’da birçok şehir, binlerce şehir aydınlanacak. Yapar mı? Yapmaz. Demek ki bizim bugünkü kıtaya ilgimiz o Zenci Musaların, Kuşçubaşı Eşreflerin, daha nice oradaki büyük Osmanlı önderlerinin, valililerinin, sivil memurlarının tutunmaları, oradaki varlıkları bugün yeniden meyvelerini verecek ve biz bir toplum olarak nasıl ki o kıtayı 4 asır korumuşsak, korunmasına yardımcı olmuşsak, onarla birlikte bunu yapmışsak gelecek kuşakların da buna ihtiyacı var. Bu ihtiyacı biz hissediyoruz. Onlar görüyorlar ve aramızdaki irtibatların temelinde de yatan yakınlaşma bu diyelim.
Bizim Afrika’daki varlığımızda temel dayanağımız yerel halk oldu hep. Yerel iktidarlar Osmanlı Devleti’nin genelde kendilerine yardıma gelmesini istediler ama yardıma geldikten sonra Osmanlı Devleti’nin yerel halk ile çok çabuk kaynaştığını görünce bu sefer İspanyol, Portekiz, Avrupalı düşmanlarıyla derhal işbirliğine gidenler oldu. Tunus’ta Hafsiler’le, Cezayir’de Zeyyaniler’le Osmanlı Devleti gerçekten mücadele etmek zorunda kaldı ve onların bitmek tükenmek bilmeyen iktidar hırslarının yerel halka çok ciddi sıkıntı verdiğini gördü. Yani onlar mesela Fas’taki Saadi Sultanlığı, sonrasındaki Filali Sultanlığı ile ilişkilerinde çok nadir gerginlik yaşanmış. Çünkü bunlar aynen Osmanlı gibi Portekizlere ve İspanyollara karşı mücadele ettikleri için Osmanlı kendisi gibi gördükleriyle veya Habeşistan’daki Harar Sultanlığı’yla böyle hareket etmiş. Yani Osmanlı’nın yerel halktan Zenci Musa olsun, Ömer Ağa olsun, Tuarek Şeyhi Muhammed bin Bisk, Yunus gibi yani İstanbul’a kadar mektup göndererek devlete sadakatini bildirme ihtiyacı hisseden, en azından kendilerini tarif edebilen insanların sayısı çok. Sahra Çölü’nde bugünkü Çad Cumhuriyeti’nde olsun Sudan’da Ali Dinar gibi. Ali Dinar İngilizlere öyle hakaretler içeren mektuplar yazar ki, İngilizler onu 1916 yılında şehit ederler. Veya yine bir Sudanlı olduğu halde Çad Gölü havzasını işgalden en az 25 yıl koruyan Rabih bin Fazlullah, Avrupalılar Rabah der, onun yapmış olduğu mücadele ve Osmanlı Devleti bunlardan haberdar olduğundan bunların Avrupalıların tarif ettiği gibi olmadıklarını ve bunların tek amacının sömürgeciliği durdurmak olduğunu görmüştür.
Osmanlı Devleti o 1918 hemen öncesinde Şehzade Osman Fuat Osmanoğlu’yu bugünkü Libya’ya gönderir ve Afrika grupları komutanlığı yapar. 1912’den sonra yani 1917-18 döneminde gittiğinde, yanına bir telgraf memuru alır. İhsan Bey. İhsan Bey’in hatıratında anlatır ki onlara dönün dendiğinde Libya sınırları içerisinden İtalyanlara yakalanmadan, onlara teslim olmadan Fransızlarla anlaşarak Fransızlara, “bizi Akdeniz sahiline geçirin biz buradan kendimiz İstanbul’a gideriz” dediklerinde onları alan Fransız askeri birliğin başındaki kişi bir köyün kenarından geçerken onlar orayı bir Roma harabesi zannederler. Merak edip sorduklarında da hayır orada da 15 gün önce cıvıl cıvıl büyük bir kasaba vardı. Fakat bize asker vermeyi kabul etmedikleri için köyde bir tek köpek dahi kalmayacak şekilde tüm canlıları yok ettik derler. Yani yerel halkı koruyan bir devlet ile yerel halka en büyük acıları çektiren bir devlet arasındaki farktan bahsediyoruz.
Tabii ki Zenci Musalar çıkacak. Ömer Ağalar çıkacak. Tabii ki Ali Dinarlar, Rabihler; bunların sayısı çok. Osmanlı subaylarına, askerlerine her türlü desteği verirler. Gerekirse Çanakkale’ye gelirler, gerekirse Ahmet Şerif gibi Anadolu’ya gelirler ve mücadelelerini sürdürürler. Fransızların Anadolu’ya getirdiği Senegalli nişancılar var on binlerce Çanakkale’de, Balkanlar’da bize karşı savaştırmak için ve bu askerlerin, biz onlarla ilgili belgeler okuduğumuzda bunların Osmanlı’ya silah çekmek istemediklerini, ezan seslerini duydukları anda Müslümanlarla çatışmaya getirildiklerini gördüklerini veya güneyde Cezayir’den, Tunus’tan gelen askerle Fransızların sömürge askerlerinin o bölgede de yine Fransızlardan kaçarak Osmanlılara sığındıklarını. Bunlar şunu gösteriyor. Osmanlı Devleti kötü bir iz bırakmadığı için bu merkezi şehirlerde olduğu kadar taşrasında, hatta Afrika’nın en ücra köşelerine kadar insanlar tarafından büyük bir sevgiyle, muhabbetle karşılaşmış ve karşılanmış. Şöyle bir şey de ilave edelim. Avrupalılar Afrika’yı tanımak istedikçe kıtanın içine gitmek için iki yol deniyorlardı. Ya Müslüman kılığına girip Afrika kültürlerini öğrenebilenler sıradan bir Mısırlı, bir Cezayirli gibi dolaşıyorlardı veya hiç de Müslüman kılığına girmeden, İstanbul’dan elçilikleri vasıtasıyla aldığı geçiş belgeleri, mühür tezkereleri dediklerimizle. Yani Osmanlı Devleti diyor ki bu kişi, bu Avusturyalı, bu Fransız Nijer’in şu bölgesinde, Çad’ın bu bölgesinde araştırma yapacak, bir seyahat yapacak dediğinde bu belgeyle gittiği zaman onun dinine, milliyetine bakmadan en iyi şekilde misafir ediliyordu. Ama Müslüman kılığına girip dolaşanların Müslüman olmadıkları anlaşıldığında da artık yaşama şansları kalmıyordu. Yani oradaki insanların da Osmanlı’dan gelenin dinine, meşrebine, niyetine bakmadan onları büyük bir misafirperverlikle karşıladıkları, kötü niyetli gelenlerin de velev ki kendileri gibi görünsünler kabul görmediklerini anlıyoruz. O açıdan da yani biz belki çok sıradan insanlar şahsiyetlerden bahsediyoruz. Herhangi bir özelliği olmayan devletlerin de o bölgelerde, eyaletlerde devlet adına ciddi görevlerde bulunmayan insanların Osmanlı’dan aldıkları o muhabbet ve Osmanlı’yla birlikte olma arzusu onları dünyanın neresine giderlerse gitsinler Osmanlı’ya sadakat göstermeye sevk etmiştir. Yani bakın Avrupalılar o kadar gücüne rağmen mesela Fransızlar Çad’da 40 yıl kaldı. Mali’de 60 yıl kaldı. Senegal’de belki yüz yıl kadar, Cezayir’de 130 yıl kadar kaldılar. İngilizler Mısır’da bir 70-80 yıl kadar etkin olabildiler. Ama Osmanlı hem de o zor şartlarda, imkânların çok sınırlı olduğu o asırlarda dört asır bu bölgedeki insanlarla birlikte olabilmeyi başarmıştır. O da tabii ki geçen asırlar içerisinde bu tür şahsiyetlerin kimliğinin oluşmasına ciddi katkı sağlamıştır.