O kapıyı açtı, son sözü söylemedi.
Fuat Sezgin hocanın en önemli özelliği hakikatle irtibatı, hakikate olan güveni dolayısıyla hakikatle irtibatı teknik bir ifade ile söyleyecek olursak imanı demek gerekiyor. İtikadı oldukça sağlamdı. İtikadının sağlamlığı esas itibarı ile ona en büyük gücü ve desteği verdi. Bu durum bir ömür boyu ona hakikatin peşinde olması, hakikatin ortaya çıkmasının da nedeni oldu. İslam dininin, İslam Medeniyetinin, Müslüman milletlerin aslında insanlık tarihindeki yerinin büyük olduğunu büyük başından bir sezgi ile sezmişti. Sezgisinin bir hakikate denk düştüğünü fark edince de bu hakikatle irtibatını kaybetmeden bütün ömrünü hakikatin açığa çıkması için sarf etti. Bu tabi aynı zamanda onun insan ilişkilerini de etkiledi. Hakikati açığa çıkaracağına inandığı kişilerin kusurlarına değil faziletlerine odaklanırdı, onu açığa çıkarırdı.
Fuat Sezgin hocanın insan olarak etrafındaki insanlarla ilişkisi şöyleydi. Ehliyete çok önem veriyordu, ehil insanlarla çalışmak ve o ehil insanların işlerini yaparken dikkatli, dakik çalışması onun için çok önemliydi. Fuat hoca bir kitabının Türkçe tercümesini tam anlamıyla beğenmediği için, kitabının tercümesini kendisi tekrar revize etmiştir. Bu durum insan olarak da ehliyete ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Diğer taraftan, ilim dünyası söz konusu olduğunda, Batı dünyası, özellikle çalıştığı alanlarla ilgili olarak Batı Avrupalıların yaptığı çalışmaları, işte bunlar batılı, bunlar bizi sevmez gibi önyargı ile bakmaksızın, onların yaptıklarının içinden bizim için önemli olan ve önemsiz olanı birbirinden ayırıp hakikat nazarı ile değerlendirirdi.
Özellikle 19. ve 20.yüzyılda Müslümanlar kendi geçmişlerini ve onu ifade etmek konusunda ciddi bir zaaf yaşadılar. O zaafı dikkate aldığımızda, ilmi formel bir şekle getirilmesine Müslümanlar henüz alışamamışlardı. Bu noktada Batı Avrupa’da ortaya çıkan birçok oryantalist bu tarzda çalışmalar yaptı. Özellikle fizik alanında, astronomi alanında, matematik alanında, tıp alanında ve çok farklı alanlarda Müslümanların yaptığı çalışmalarda farklı bir alan çıktı. Biz bugün modern stilleri kullanarak ilim ve fikir tarihi yazacaksak bunu geliştirmiş olan Batılıların yaptıkları çalışmalardan istifade etme mecburiyetimiz var. Fuat Sezgin Hoca bunu yakın olarak fark etti, gördü. Bu anlamda da daha önce yapılmış çalışmalardan ciddi şekilde istifade etti.
Fuat Sezgin hocanın epeyce erken olarak farkına vardığı önemli husus, aslında yaklaşık miladi 8. Yüzyıl’dan 18. yüzyıla dünya tarihinin aslında İslam tarihi olarak gerçekleştiği idi. Bu, dünya tarihi, İslam tarihi olarak gerçekleşti demek sadece Müslümanlar seferler yaptılar, fetihler yaptılar ve birçok yeri yönettiler anlamına gelmiyor. Bunun çok çok daha ötesinde sanat alanında, edebiyat alanında, mimari alanda bütün bilimler aleminde matematik, felsefe ve dil biliminde vs. bunların tamamında aslında Müslümanların öncü ve öncelikli bir konuma sahip olduklarını fark etmek önemli. Bir defa farkında olunması gereken noktalardan biri şu; Miladi 8. Yüzyıl’dan 18. yüzyıla kadar Müslümanların yaşadığı bölgeler tarihin ve coğrafyanın merkezinde. Bütün insanlık için de fark etmiyor. Çin olabilir Hint alt kıtasında yaşayan insanlar olabilir. Kuzey bölgelerde yaşayanlar olabilir, Batı’da yaşayanlar olabilir, Afrika’daki yaşayanlar olabilir. Bütün bunların aralarındaki vasat ve vasıta sadece Müslümanlardı. Bu vasat ve vasıta sadece coğrafi ve fiziki değil, aynı şekilde entelektüel ortam olarakta böyleydi. Yani batıda yaşayan birinin Çin veya Hint kültürü ile antlaşmasının ön şartı İslam kültürünü tanımasıydı. Bunu hatta daha ileri götürebiliriz. Batı Avrupa’da yaşayan Hristiyanların İbrani metinlerini klasik İbrani metinlerini anlamasının ön şartı Arapça öğrenmeleriydi. Çünkü İbranice ölü bir dil olduğu için onun anlaşılması için canlı bir kültür diline ihtiyaç vardı. O canlı kültür dili Arapça olduğu için bütün Hristiyan teolojisi aslında varlığını devamını da Arapçayı bilmeye bağlı olarak sürdürüyordu. Bunu hatta 19. yüzyıl başlarında 1800’lü yılların ilk çeyreğinde yazılmış bir teoloji kitabı vardı. Almanca yazılmış bir kitap. Baş kısmında çok açık bir şekilde söylüyordu. Diyordu ki bizim elimizde İbranice metinler var, asırlar öncesinden kalmış. Ahd-i Atîk ve etrafında oluşmuş metinler, ölü bir dil olduğu için konuşulan bir dil değil. Konuşulmayan bir dil olduğu için de ancak konuşulan canlı bir kültür üzerinden ancak irtibat kurabiliriz. Arapça ’da esas itibarıyla İbranice ile yakın olduğundan dolayı biz Arapça üzerinden İbranice metinleri anlama kavrama imkanına sahibiz. Benzer bir durum Yunanca için de geçerliydi. Zaten Latince söz konusu olduğunda yani Latince metinler de Latincenin felsefe ve ilim dili haline gelmesi de Arapçadan yapılan tercümeler yoluyla gerçekleşmişti. Dolayısıyla Latince metinleri anlamak için de Arapça ’ya ihtiyaç vardı. Arapça da zaten İslam medeniyetinin medeniyet dili olarak kullanıldığı için asırlarca dolayısıyla tüm kültürler arasındaki ilişki kurma vasıtası olması böyle bir şeydi. İslam toplumu normları koyuyordu, standartları koyuyordu ve İslam dünyası Müslümanların yaşadığı bölgelerin dışında yaşayan topluluklar kendilerini Müslümanlara bakarak değerlendiriyordu ve konumlandırıyorlardı. Bir şeyler öğrenmek istediklerinde de Müslümanlara bakıyorlardı. 17 ve 18. yüzyıl, Batı Avrupa’da yaşayan insanların devlet yönetimi, hukuk gibi çok esaslı alanlardaki yaptıkları faaliyetlere baktığınızda hatta astronomi alanındaki önemli çalışmalar ve bu çalışmalar esnasında örneğin Kopernik devrimi dediğimiz devriminde arka planını yakından incelediğinizde Müslümanların yapmış oldukları çalışmalar olduğunu bugün daha rahat görüp söyleyebiliyoruz. Dolayısıyla 18. yüzyıl kadar Batı Avrupa’da yaşayan insanlarda gerçek devlet yönetimi, hukuk, toplum düzeni, din, hatta gerçek bir din nedir sorusunu sorduklarında da hep müslümanlara bakarak bu soruların cevaplarını veriyorlardı. Mesela deizm doğrudan doğruya Hristiyanlığı kabul etmeyen insanların, aydınların peygamberliği de kabul etmemesi neticesinde Müslümanlıkla ilgili eksik algılarının neticesi olarak ortaya çıktı deizm. Bunu dikkate alacak olursak aslında İslam medeniyetinin, Müslümanların ne kadar belirleyici bir konumda olduklarını daha net ifade edebiliriz. Fuat Sezgin Hoca belki bütün bunları bu kadar teferruatı ile bilmiyordu ama bunları sezmişti. Tümel olarak fark etmişti. Fark ettiği bu hakikatin peşine düştü ve bu alanda bir sürü çalışmalar yaptı.
O kapıyı açtı, son sözü söylemedi
Fuat Sezgin hocanın çalışmalarını dikkate aldığınızda şu anda bizim ilk ve orta öğretimde hatta üniversitedeki müfredatımızın çok büyük bir kısmının değişmesi gerekir. Bu sadece Türkiye’de değil Batı dünyasında, Çin’de, Amerika’da değişmesi gerekir. Niye değişmesi lazım, çünkü orda anlatılan bilim ve düşünce tarihinde Müslümanlar yok. Biz de kendi çocuklarımıza gerçi son zamanlarda ufak tefek değişiklikler oldu ama tarihi olduğu şekli ile anlatma konusunda çok çok gerideyiz. Tarihin gerisindeyiz, hakikatin gerisindeyiz. Fuat Sezgin’in çalışmaları aslında bu konuda bir kapı açtı. Ama bu bir kapı açma idi, son sözü söylemedi. Bunun geliştirilmesi, devam ettirilmesi lazım. Bu haliyle kalırsa eksik kalır.
Şunu ifade etmek lazım Fuat hocanın eserinin adı G.A.S yani Arapça yazılmış metinlerin tarihi. Dolayısıyla bu Arap bilimi tarihi yani Arap milletine ait bir şey değil. Türkler, İranlılar, Hintler, Boşnaklar çok çeşitli bölgelerde yaşamış bütün Müslüman milletlerin burada yaptığı çalışmalar var. Ama burada esas referans noktası dil yani Arapça. Dolayısıyla bu bir son değil başlangıç, başlamak; bu nokta önemli. Diğer taraftan hocanın eserinde özellikle dikkate aldığı husus mümkün olduğu kadar şu an kütüphanelerde bulunan yazma ve matbu eserleri dikkate alması ve bu eserlerin bir tür kataloğunu hazırlaması. Bu kataloğu hazırlarken de eserlerin içeriğini oluşturan temel bilgileri sunması. Bu aslında ilim ve fikir tarihi değil. Çünkü bir eseri inceleyen, dönemi, öncesi ve sonrasındaki diğer eserlerle irtibat içerisinde değerlendiren bir tarih değil. Dolayısıyla bize neyi sunuyor Fuat Sezgin Hoca, aslında bu konuda araştırılması gereken, çalışılması gereken hangi eserler var, elimizin altında hemen ulaşabileceğimiz eserlerin yerlerini ve isimlerini bize bildiriyor. Ve gerisini bize bırakıyor.
Çekirdek manevi ilimler
Fuat Sezgin hocanın G.A.S’de yaptığı şey bir zemin oluşturmak, bir kapı açmak, bir yol göstermek. Çok önemli bu, o kadar esaslı o kadar önemli ki bunu yapmadığınız vakit zaten biç bir şeyi ciddi olarak yapamazsınız. Bir istikamet içerisinde yapmanız mümkün değil. Bu zemini dikkate alarak bizim bundan sonra bir sürü çalışma yapmamız lazım. Fuat Sezgin hocanın burada yaptığı üçüncü önemli bir taraf var. Fuat Sezgin Hoca. G.A.S’ın çekirdeğini manevi ilimlere ayırıyor. Yani ilk zemini, aslı, esası manevi ilimler. İlk cilde baktığımızda Kur-an ilimleri, hadis, tarih, fıkıh, kelam ve tasavvuf ile ilgili eserleri ortaya koyuyor. Çünkü siz matematik, tıp, coğrafya, fizik alanlarındaki çalışmaları anlamak istiyorsanız Kur’an-ı, hadisi, tefsiri, tarihi anlayacaksınız. Fıkıh, kelam, tasavvuf bileceksiniz. İşte bütün bu çalışmaları yapan insanlar bu kültüre sahip olan insanlar. Bu kültüre sahip olan insanlar matematik, coğrafya çalışmaları yapıyor, teknolojik aletler geliştiriyor. Dolayısıyla siz bir ilim tarihi yazmak istiyorsanız o zaman merkezine manevi ilimleri yerleştirmeniz gerekiyor. Fuat Sezgin hocanın G.A.S’da yaptığı temel şey bu. Ana çerçeveyi sunuyor bize. Binlerce değil on binlerce çalışma yapmak gerekiyor.
Fuat Sezgin hocanın Almanya’daki çalışmaları ayrı bir değere sahiptir. Burada iki nokta önemli, bunlardan biri daha önce orda yapılmış bir çalışmayla işe başlaması. Almanlar niye Fuat hocanın bu çalışmalarına belli bazı desteği imkanı sağladılar? Hatta Fuat Sezgin hocanın enstitüsünde çalışanların neredeyse tamamı Almanya’da yetişmiş Almanlardı. Bu tabi ki önemli. İlerleyen yıllarda Almanya dışından özellikle Körfez bölgesinden nakdi yardımlar gelmiş olsa da paranın en önemli unsur olmadığı net bir şekilde ortada. Yahya Kemal’in dediği gibi, “bu kubbeler, bu minareler akçe ile olacak şeyler” değildi. Para faktörlerden biri idi sadece. En önemli faktörlerden biri Brockellman’dı. Onun G.A.L ismiyle daha önce başladığı sonra genişlettiği bir eseri var, o çalışma tabi çok eksik. Eksikliğinin hemen herkes farkında. Hem eksikliği var hem de ciddi kusurlar ve hatalar var, onun için onun ikmal edilmesi lazım. Dolayısıyla siz Almanya’da yapılmış bir çalışmayı geliştirmek isterseniz bu Almanya açısından önemli çünkü bu Almanya kültürüne, bilimine katkı olarak anılır. Almanya’da yapılan çalışmayı geliştirmek demek, oradaki akademik hayata katkı sağlamak demektir. Bu çalışmanın böyle bir anlamı var. Almanya’nın ikinci dünya savaşı sonrası diğer Avrupa ülkeleri ile arasındaki ilişkiler hiç de iyi değildi. O yüzden bu tür çalışmalar Alman akademyası açısından kendini yeniden kabul ettirmek için çok önemliydi. Meşruiyetini sağlaması için önemli, ciddi çalışmalara ihtiyaç vardı. Onun için Fuat Sezgin hocanın yapacağı çalışmanın bu katkısının fark edilmesi önemli. Fuat Sezgin Hoca önce kendisi başlıyor bu çalışmalara, sonra yavaş yavaş ekip oluşturuyor, onların bilgi birikimlerinden de istifade de ediyor. Önemli şeylerden bir tanesi Fuat Sezgin Hoca bir müze oluşturuyor kendisi. Müzeyi oluştururken bile o teknolojik ürünleri üretme noktasında kendisi bire bir ilgileniyor. Wildemann’ın tecrübelerini dikkate alarak o müzedeki bütün aletlerin aslına uygun olarak imal edilmesini sağlıyor. Bu da Fuat Sezgin için iyi bir çalışma ortamı sağlıyor ve dayanak oluşturuyordu. Ama Fuat Sezgin tüm bu aletleri en ince ayrıntısına kadar üzerine düşüyor ve eksiksiz olmasını sağlıyordu. Bu çok önemli çünkü bunun benzer başka hiçbir çalışma yapılmış değildi. Bir tek Fuat Sezgin yapabildi. Bugün yeniden bu müzedeki eserleri yapmak istesek ne kadar başarabiliriz bilmiyoruz.
Sezgin hocanın başarısının sırrı
Bu manada bu çalışmanın öncülüğü, önceliği var. Fuat Sezgin hocanın başarısının arkasında iki temel nokta var. Birincisi önce sorunu tespit ediyor. İkincisi çalışmaya başladığında işi ehli ile yapmayı önemsiyor. Ütopyacı bir insan değil oldukça gerçekçi, gerçekçiliği de zaten hakikat ile olan irtibatından kaynaklanıyor. Görüyor, inceliyor, fark ediyor, seziyor ve gördüğü şeyi açığa çıkarmak için çalışıyor. Ve mümkün olduğu kadar mevcut imkanları seferber ediyor.
Fuat Sezgin hocanın yaptıklarından birisi de 17, 18, 19 yüzyılda farklı farklı oryantalistlerin yaptıkları birbirinden bağımsız bilim tarihi, matematik, tıp alanında yapılmış 1500’e yakın çalışmaları kütüphanelerden alıyor ve onların tıpkı basımlarını neşrederek yeniden basıyor. Biz bugün Batı Avrupa’da, İslam Bilim ve Düşünce tarihi ile yapılan çalışmaları hemen görmek istersek çok kolay İSAM Kütüphanesi’nde hepsi var. Bu bize şunu gösteriyor. Fuat Sezgin Hoca bütün bu çalışmaları yaparken Batı Avrupa’daki bilgi birikiminden azami şekilde istifade ettiğini görüyoruz.
İnsanlık tarihini yeniden yazmak gerek
Fuat Sezgin hocanın farkında olduğu şey şu; hakikaten ne kadar takdir edilirse azdır çünkü bu ilke ile alakalı, esasla alakalı bir şey. Fuat Sezgin Hoca Batı Avrupa’da özellikle 19. yüzyıldan sonra geliştirilmiş tarih yazarlığının yanlış bir yönelişe sahip olduğunu görmüştü. Neydi bu yanlış yöneliş, sadece Batı Avrupalıların yaptıkları doğrudur ve kendilerinin yapmadıkları bir şeyin kıymeti yoktur gibi bir anlayış. Bunun ötesinde de 19 ve 20. yüzyılda da şöyle bir tarih yazarlığı ortaya çıktı. Düşünce, ilim Yunan’da başladı, Roma’da belli ölçüde devam etti, Hristiyanlık onu bir parça sekteye uğrattı sonra Rönesans’la birlikte Batı Avrupa’da yaşayan insanlarla Yunan ve Roma kültürlerini yeniden keşfettiler ve geliştirdiler. Ve bu, neticede şu anda bildiğimiz modern dünya ortaya çıktı. Şu an tarih anlayışı böyle. Bizde de üniversitelerde de bütün alanlarda böyle anlatılıyor. İstisnalar hariç hatta tüm eğitim sisteminde. İşte bu yanlışa dayalı anlatı sistemini fark etmişti Fuat Sezgin Hoca, bunun böyle olmadığını her ne kadar Batı’da da önemli işlerin yapıldığını teslim etmekle birlikte, bütün bir insanlık tarihinin bu şekilde cereyan etmediğini, bu anlamda Batı Avrupa’nın tüm insanlık tarihine bakıldığında edindiği yerin, konumun çok yeni ve hatta çok da kalıcı olmadığını fark etmişti hoca. 200, 250 yıllık bir yeri var Batının insanlık tarihinde tesir olarak baktığımızda. Daha öncesine gittiğiniz vakit, Batı’nın öyle belirleyici özelliği yok. Öteki taraftan her şeyin Greklerle, Roma ile başladığına dair varsayımın bir manası yok. Niye çok fazla bir manası yok. Çin, Hint ve Anadolu medeniyetlerine baktığımız vakit Yunan medeniyetinin medeniyet tarihi akışı içerisinde damarlardan sadece biri olabileceğini görüyoruz. Kaldı ki bu damarın da yani Grek düşüncesinin de bilinmesi, tarihsel varlığını muhafaza etmesinin de Müslümanlara bağlı olduğu, Müslümanlara borçlu olunduğu, Müslümanların keşfi ve ihyası ile bugün Yunan kültüründen bahsedebiliriz. Hepimizin farkında olması lazım. Bunları dikkate aldığımızda bizim bütün insanlık tarihini yeniden yazmamız lazım.
Fuat Sezgin hocanın farkında olduğu, işaret ettiği şey bu. Batı Avrupa’da yaşayan insanlar 19. yüzyılda kendilerine bir geçmiş uydurdular. Hareket etme noktasında da Grekleri seçtiler. Uydurdukları Grek mucizesi aslına bakarsanız biraz İslam medeniyeti içerisindeki Asr-ı saadet kavramının bir tür ikamesi. Asr-ı saadetin ikamesi olarak kurgulandığı için biz de nasıl ki yeni bir hamle yapmak istiyorsanız, bir yenilik getirmek istiyorsanız bunu Peygamber Efendimiz ’in hayatından bir şeyle irtibatlandırmanız lazım. Olmazsa meşruiyetini sağlayamazsanız. Benzer bir şekilde Batı Avrupa’da yaşayan insanlar da bir tür Asr-ı saadet gibi bir şey icat edip ama Müslümanlardaki Asr-ı saadet anlayışına öykünerek bir Grek mucizesi uydurdular ve ona bağlı olarak da bir sürü şey icat ettiler. Olimpiyatlardan akademiye, liselerden demokrasiye varıncaya kadar bunların tamamını sanki Grek mucizesinin içinde gibi takdim ediyorlar. Gerçekte bunlar Grek’te neye tekabül ettiğini bilmiyoruz. Orada bir sürü kurgular var, o kurguların çok büyük bir kısmı anakronik.Fuat Sezgin Hoca tüm bunların farkındaydı. Dolayısıyla hakikatin açığa çıkması demek insanlığın tarihine en az bin yıl hizmet etmiş olan İslam medeniyetinin bilimiyle, sanatıyla, siyasetiyle, hukuk ile, ahlakı ile, edebiyatı ile, tıp bütün alanlarda bunun açığa çıkması için gayret sarf etmek. Fuat Sezgin Hoca tabiki hepsini yaptı mı yapmadı. Sadece bize kapı açtı. Eğer tutup şunu söylersek hem Fuat Sezgin hocanın yaptığını takdir etmemiş oluruz. Hem de hakikate haksızlık yapmış oluruz. Fuat Sezgin Hoca herşeyi yaptı bitirdi. Biz hocanın yaptıklarını öğrenir anlatırsak yeter dersek yanlış değerlendirmiş oluruz. Fuat Sezgin Hoca bir şeye başladı biz onu sürdürmemiz lazım. Derinleştireceğiz, geliştireceğiz ve bunun neticelerini tüm eğitim alanlarında göstereceğiz, öğreteceğiz. Yeni yetişen nesiller eksik bilgilerle yetişmeyecek.
Geçmişin hakkını vermek için ne yapmak gerek?
Şu nokta önemli biz İslam medeniyetinin, İslam medeniyeti dediğimizde de sadece Arapça konuşulan bölgeler değil, siyasi sınırlar olarak gördüğümüz alanı bir de tesir alanı var. Tesir alanı söz konusu olduğunda şöyle söyleyelim; bütün bir 17 ve 18. yüzyıl Batı düşüncesi İslam medeniyetinin devamı gibidir. Tesir tarihi içerisinde değerlendirilirse gerçekten anlaşılır. Bütün bir Hint kültürü, Hindistan’da olup biten şeyler 2 milyara yakın insanın yaşadığı bölgeden bahsediyoruz. Mesela Çin uzun süre doğrudan doğruya faklı şekillerde ve Moğolların üzerinden İslam medeniyetinin doğrudan tesir alanında bulundu. Diğer taraftan bütün bu Slav bölgeleri uzun süre Müslümanların yönetimi altında kaldılar. Altın Ordu diye bir şey var yani. Bütün bunları dikkate aldığımız vakit biz hakikati açığa çıkarmak için uğraşırsak yeter. Ve geçmiş övünülmesi gereken bir şey değil, öğrenilmesi, hakikatinin açığa çıkarılması gereken bir şeydir. Çünkü geçmişin hakkını verecek olursak, hakka dayalı olarak günümüzü anlama ve geleceği inşa etme imkanı olacak. Batılıların şu anki yaygın tavırlarının özelliği ne? Bunlar kendileri zaten gayet iyi farkındalar bütün kurguları, düşünceleri hakikate dayanmıyor. Hakikate dayanmadığı için de şimdi geldikleri noktada işte, post-truth diye bir kavram var malum, “hakikat sonrası” dönem diye hakikat olmadığı halde hakikatmiş gibi sundukları bir hareket noktası, tavırları vardı. Bunun aslında hakikate dayanmadığı açığa çıktı. Şimdi söyledikleri şey şu, “zaten biz hakikati kabul etmiyoruz”, “hakikat diye bir şey yoktur. Biz tamamen kendi gücümüzün bize sağladığı imkanlarla her şeyi düzenleyeceğiz”.
Bunu söylemek kadar yapmak kolay değil. Çünkü hakikate dayanmayan şey örümcek evi gibidir. Örümcek evi de evlerin en zayıfıdır.