NABİ AVCI

"Suriye mi mühim, bizim müze mi mühim."

Röportajlar

Hocayı benim tanımam epey geç, akademik kimlikle değil bürokratik kimlikle tanıma şansını buldum. Yani benim bürokratik kimliğimle, hocamın akademik kimliği ayrı. 2003-2004 yılını tam hatırlayamıyorum ama hem o dönemde başbakan danışmanı olarak baş müşaviri olarak çalışıyordum. Musa Serdar Çelebi eski bir dostumdur sevdiğim bir arkadaşımdır. Musa Bey Fuat hoca ile Almanya'da epey yakından tanışıyor, ilgileniyor, Hoca'nın bir takım ihtiyaçları konusunda ona özellikle Türkiye ile ilgili talepleri konusunda yardımcı oluyor. Gönüllü bir asistanlık gönüllü bir yardımcılık, fedâkarâne, öyle çalışıyorlar. Fuat hoca artık yavaş yavaş memlekete dönmek ve biriktirdiklerini her manada maddi manevi birikimlerini Türk çocuklarına, Türk gençlerine, Türk ilim hayatına, Türk akademyasına sunmak istediğini onlara ulaştırmak istediğini ama bunun için uygun bir mecrada bulamadığını söyleyerek kendisini Başbakanımızla görüştürürsek belki onun kafasındaki hocanın hayal ettiği imkanları, ona Başbakanımız sağlar, demişti. Ben de Sayın Başbakan'a arz ettim o dönemde. Recep Tayyip Erdoğan o zaman Başbakan, kendisine arz ettim. Büyük bir memnuniyetle “hemen görüşelim, ne gerekiyorsa yapalım” dedi. Bu çerçevede bir görüşmemiz oldu. Hoca bu görüşmeden anladığım kadarıyla fevkalade memnun ayrıldı. Çünkü o zamana kadar başka bir takım girişimleri olmuş Hoca'nın, gerekli üniversite üzerinden gerek başka bir takım mahalli yönetimler üzerinden, fakat anladığım kadarıyla beklediği heyecanı görememiş. Ama en üst düzeyde kendisinin Başbakan düzeyinde böyle bir hüsnükabul görmesinden fevkalade memnun oldu. O zaman Sayın Başbakan da kendisine “Hocam biz sizin emrinizdeyiz, ne yapmak istiyorsanız, nasıl yapmak istiyorsanız bize söyleyin. Bizim görevimiz sizin önünüzü açmaktır.”

“Şu tarihe kadar yapılmamış, şöyle yapılmazsa, ben her şeyimi toplar Almanya’ya giderim”

Ben o zaman dediğim gibi Başbakan baş müşaviri olarak çalıştığım için dedi ki “Nabi hoca da zaten akademiden gelmedir, sizin dilinizi en iyi anlayabilecek arkadaşlarımızdan biridir, bundan sonra sizin projelerinizle ilgili olarak Nabi hocayı görevlendiriyorum.” dedi ve biz o günden itibaren hoca ile böyle bir teşriki mesai imkanı bulduk. Kendi açımdan imkanı buldum. En başta gelen niyeti tıpkı Frankfurt'ta yaptığına benzer bir müesseseyi İstanbul'da kurmak idi. Uygun bir yerde, Frankfurt'taki enstitünün belki hatta daha da gelişmişini, bir Türk İslam Bilim Tarihi Müzesini İstanbul'a kurmak istediğini belirtti. Bu maksatla görüşmelerimiz başladı. Ben bu arada Frankfurt’a gittim, hocamın oradaki çalışmalarını yerinde görmek için. Sağ olsun o da bizi orada çok güzel ağırladı, neler yaptığını, nasıl yaptığını, İstanbul'da benzer bir şey yapmak için ne tür ön şartlar olması gerektiğini, sadece mekan olarak değil zihniyet olarak da. Ve tabii konu aynı zamanda Kültür Bakanlığını da ilgilendiren aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesini de ilgilendiren boyutları olduğu için biz de kendisini hem Kültür Bakanlığımızla hem Büyükşehir belediyemizle de birlikte irtibatladık. O döneminin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay beyefendi çok büyük bir yakınlık ve alaka gösterdi, hem hocaya hem projeye. Bizzat ilgilendi, her aşamasında gerçekten çok yakın ilgi gösterdi, yakından ilgilendi. Küçük bir hatıra anlatayım; müze kurulma aşamasında, hocanın tabii sürekli müzeyi kendi kafasındaki, kendi muhayyilesindeki şekle sokmaya çalışıyor ama bazen fiziki imkanlar veya Türkiye'deki müzecilik geleneği veya o işte aynı zamanda görev yapan mimar arkadaşlar, gerek iç dekorasyon gerek yapının şekli bakımından. Bunlar her zaman aynı rahatlıkla karşılayamayabiliyorlar. Hoca da bundan zaman zaman şikayet ediyor. Bir de çalışma temposu bakımından, maşallah biliyorsunuz hoca çok çalışkan bir insandı, yani günde 16-17 saat mesai yapardı. Hatta ben kendisine sormuştum, ileri yaşlarda tanıdım ben hocayı, “siz bu yaşta böyle faalsiniz kim bilir gençliğinde nasıldınız?” Dedi ki, Ritter bana bir gün sordu “kaç saat çalışıyorsun?”, ben de kendisine “16 saat çalışıyorum” dedim, “öyle 16 saat çalışmakla alim olunmaz”, deyince ben günde 18-20 saat çalışmaya başladım. Ama şimdi artık o kadar çalışamıyorum. Şimdi ancak 16 - 17 saat çalışabiliyorum, demişti. Dolayısıyla onun çalışma temposuna da bizim uymamız biraz zordu. O yüzden sürekli gecikmelerden, söylediği şeylerin hemen yapılamamış olmasından zaman zaman şikayeti oluyordu. Bir defasında hoca burada bize de Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay ile birlikte ültimatom verdi; “şunlar şunlar şu tarihe kadar yapılmamış, şöyle yapılmazsa, ben her şeyimi toplar Almanya’ya giderim” bu tehdidi çok sık kullanırdı. Ertuğrul Bey de büyük bir nezaketle dedi ki “Hocam tamam, ben anladım, şimdi arkadaşlarıma talimat veriyorum Kültür Bakanlığı olarak biz işin bize düşen taraftarı ile ilgili olarak sizin dediğiniz şekilde, sizin dediğiniz tarihte, bu işleri tamamlayacağız.”  “Olmaz dedi hoca, öyle sözde olmaz” dedi. Bunu dedi yazılı taahhüt olarak istiyor.” Peki dedi Ertuğrul Bey, oradan bir A4 kağıt getirildi, hoca söyledi Ertuğrul Bey yazdı; bir şu tarihe kadar şu olacak, iki, şu tarihe kadar şu olacak. Ertuğrul Bey büyük bir alçak gönüllülükle, nezaketle ve adeta hocasının talimatlarını not eden bir üniversite asistanı mahviyetkarlığı içerisinde bunları not etti. İmzalayın altını dedi, şahit olarak bir de bana imza attırdı. Onlar yapıldı ama, Ertuğrul Bey gerekli yerlere talimatları verdi ve onlar yapıldı. Bu arada müzenin mimarlık kısmı ile ilgili de önerileri, talimatları vardı. Hepsi her zaman yapılması mümkün değil. Çünkü eski tarihi bir bina, koruma altında olan bir bina, yani burada her istediğimizi istediğimiz gibi değiştirmek dönüştürmek mümkün değil. Ama bunları hocaya usulünce izah etmek gerekiyordu. Bir kısmını kabul ediyordu, bir kısmına direniyordu ama sonuç olarak Cumhurbaşkanımız da o zaman Başbakan olarak zaman zaman gerekli bürokratik birimlere gerektiğinde bizzat talimatlandırarak işin tamamlanmasını sağladı. Hoca da zannediyorum inşallah sonuçtan memnun oldu. Tabii hiçbir zaman her şey her zaman tam istediğimiz gibi olmayabilir ama burada en azından bir mayanın sağlam atıldığını söylüyordu.

“Anladım, o işler ancak bu mizaçla yapılır”

Yapım aşamasında usturlaplardan bir kısmı Mısır'da imal edildi. Hocanın daha önce orada çalıştığı bir takım bu işin uzmanı kişiler vardı. Hoca kiminle istiyorsa onlarla çalışıldı. O aşamada da o dönem TÜBİTAK başkanı olan Profesör Nükhet Yetiş hanımın çok büyük katkıları oldu. Nükhet hanım hem bu işlerin finansmanında hem de bazı eserlerin buraya getirilmesinde TÜBİTAK imkanlarını devreye soktu ve onun da burada çok ciddi emeği ve katkısı vardır.

Hoca Almanya'ya gidişimizde Frankfurt’a gidişimizde bizi evine yemeğe davet etti. Ben de bunu arkadaşlara söyledim, Musa Serdar Çelebi’ye söylediğim zaman çok şaşırdı dedi ki, “yani büyük bir mazhariyet, Hoca benim bildiğim kadarıyla kimseyi öyle kolay kolay evinde misafir etmez. Sizi ne kadar sevdiğini buradan anlayın”. Gerçekten ben onu hissediyordum. Yani muhabbet karşılıklıdır. Ben hocanın zaman zaman kapris gibi görünen hareketlerinin de onun mizacının ayrılmaz bir parçası olduğunu, o mizaçla ancak bütün bu işleri yapılabileceğini hissediyordum. Karşılıklı muhabbet, gerçekten şeref duydum. Evine ziyarete gittik, Ursula Hanım büyük bir nezaketle ağırladı. Bu hocanın çalışma disiplini ile ilgili de bilgi veriyor. Hiç kimsenin çalışmasını engelleyemeyeceği bir çelik irade. Onun için dünyanın en önemli işi kendi yaptığı işti. Kendi ilmi araştırmaları, kendi okumaları, kendi yazmaları, kendi enstitüyle ilgili çalışmaları. Onlardan asla taviz vermez, hiç kimsenin nezaketle veya başka bir şekilde onu engellemesine izin vermeyen bir tutum içerisindeydi. Bu durum çok anlaşılabilir bir durum.

“Ne demek Suriye’ye gideceğiz? Suriye mi mühim bizim müze mi mühim”

İşine nasıl baktığını gösteren bir örnek olduğu için şöyle bir anıyı da anlatayım; bir defasında Hoca İstanbul'a gelmiş fakat biz Sayın Başbakanla birlikte yurtdışında Norveç'te bir resmi ziyarette idik. Hoca beni aradı, telefonda dedi ki “Neredesiniz?”Bunun anlamı şu; “Ben İstanbul'dayım siz ortada yoksunuz”. “Hocam, biz resmi ziyaretteyiz Sayın Başbakanla birlikte Norveç'teyiz.” “Tamam tamam! Ne zaman dönüyorsunuz, hemen görüşmemiz lazım, benim Başvekille hemen görüşmem lazım.”, “Hocam biz şimdi Norveç'teyiz yarın döneceğiz ama hemen Şam'a gitmemiz gerekiyor.” O zaman Suriye ile ilişkilerimiz daha iyi, hatta Fenerbahçe ile Halep İstiklal takımı arasında bir dostluk maçı yapılacak” dedim. “Hocam biz yarın geliyoruz ama Sayın Başbakanın görüşme imkanı bulacağını zannetmiyorum çünkü Suriye'ye gideceğiz.” “Ne demek Suriye’ye gideceğiz, Suriye mi mühim bizim müze mi mühim”. “Hocam tabii ki bizim müze daha mühim ama söz verdik, adamlar bekliyorlar. Orada bir sürü organizasyon var”. “Benim mutlaka görüşmem lazım” dedi. “Hocam biz zaten kalmayacağız akşam döneceğiz ertesi gün inşallah görüştürürüz” dedim. “Tamam” diyor ama lütfen razı oluyor. Hani Suriye'yi iptal etmemiş olmamıza da ayrıca kızıyor. Allah gani gani rahmet eylesin. Böyle büyük alimlerin büyük hocaların bu tür kaprisleri olur. Hani deyim yerindeyse huysuzlukları olur. Talebeleri, asistanları, yardımcıları da bunu bilirler zaten. Hocanın da öyle bir üslubu olduğunu herkes biliyordu.

Ben oradan yine bir anı anlatayım; yine hocanın asistanlarından birini bir gün biraz haşlamış, o da bana dert yanıyor, “hocam ben artık bıraksam mı, hoca herkesin içinde beni azarladı” filan diye şikayet ediyor. “Ben şimdi sana bir roman söyleyeceğim, o romanı oku hocayı anlayacaksın.” Hocam, daha ben onun adını söylemeden, Abdurrahman Ali arkadaşın adı, hocam, ben onu okudum, Doktor Kien’i de biliyorum” dedi. Roman Elias Canetti’nin Türkçe'ye Körleşme diye çevrilen Ahmet Cemal’in çevirdiği kitap. Bir Çin el yazmaları uzmanı bir bilim adamından bahsediyor. Doktor Kien şimdi hocanın üslubunu ve mizacını merak edenler onu tanıma fırsatı bulamayanlar ya da hatırlamak isteyenler bu kitabı okuyup hocayı yad edebilirler.

“Hocanın sadece o cildi hocanın nasıl okuduğunu ve nasıl notladığını görmek için dahi buraya gelmelisiniz”

Özellikle bu alanda çalışan akademisyenlerin buraya mutlaka gelmesi gerekiyor ama buradaki zengin kütüphane için gelmesi gerekiyor ama hiç bunlar olmasa bile sadece o Brockelmann'ın birinci cildine, hocanın derkenar aldığı notlar, aralara koyduğumuz küçük not kağıtları sadece o cildi hocanın nasıl okuduğunu ve nasıl notladığını görmek için dahi buraya gelmelidir. Müze yönetimi yerinde olsam onu özel bir ziyaret kitabı olarak herkese de açmam, yani belli bir müktesebatı olan araştırmacıların görebileceği çok nadide bir eser olarak sunarım. Orada görüyorsunuz gerçekten satır satır, sayfa sayfa. Her sayfada aldığı notlar ve neticede dediğiniz gibi bakmış ki bu iş böyle noktalamalarla edisyon kritik ile olacak gibi değil oturup yeniden kendisi çalışıyor.

Şimdi Sezai Karakoç'un çok güzel bir mısrası var; "yurdunu sevenlerin gözlerini kimse bağlamaz."
Yurt vatandır aynı zamanda ama aynı zamanda da işte bu kitaplardır, bu birikimdir ve dolayısıyla bunları sevenin gözlerini kimse bağlamaz. Hocanın bu çalışma disiplinlerinin akademisyenler için, her alanda çalışan akademisyenler için, yani illa İslam Tarihi, İslam Bilim Tarihi vesaire ile ilgili olmaları gerekmez, coğrafya ile ilgilenenler de, matematikçiler de fizikçiler de bence bu kütüphanede hocanın bu kitaplarının arasında bu notlarının arasında kendi mesleklerinin ne anlama geldiğini daha iyi görmek için buraya gelmeliler. Özellikle kendi alanına yaptığı katkıları değerlendirecek durumda değilim, yani benim alanımda olmadığı için ben sadece uzaktan güzel bir manzarayı seyreder gibi hocayı da eserlerin de öyle seyrediyorum, seyrettik.

Yurduna ve insanlığa hizmet etmenin en güzel yollarından birinin, en güzel örneklerinden biri

Şimdi bakın bir başka kitaptan daha bahsedeyim izin verirseniz. Bryan Magee’nin Türkçeye Yeni Düşün Adamları diye çevrilen bir kitabı var. Bu kitapta yaşayan düşünürlerin bilim felsefesi üzerine, siyaset felsefesi üzerine, felsefenin değişik alanları üzerine yapılmış konuşmaları var. Aslında zamanında C’de bir seri olarak yayınlanmış. Sonra kitap haline getirilmiş. Ona yazdığı önsözde Bryan Magee diyor ki, “ben BBC’ye bu projeye teklif ettiğimde bir düşünürle oturacağız karşılıklı konuşacağız, bilim felsefesinden söz edeceğiz veya ahlak felsefesinden söz edeceğiz, siyaset felsefesinden söz edeceğiz diye projemi anlattığım zaman BBC televizyonu yöneticileri dediler ki “Peki biz ekranda ne göstereceğiz? Sadece konuşan kafalar izleyicinin ilgisini çekmez.” diye itiraz ettiler. Fakat sonra biz bu konuşan kafaları çektik ve o sezon BBC’nin izlenme rekoru kıran programı bu oldu. Çünkü diyor Bryan Magee; “insanlar, insanları seyretmeyi severler, ister şarkı söylerken ister düşünürken ister söyleşirken olsun. Hele bu işi iyi yapıyorlarsa.”Hoca, iyi çalışıyordu, hocayı seyretmek, çalışırken seyretmek de çok öğretici idi. O bakımdan ben sizin bu belgesel girişiminizi de çok tebrik ediyorum, gerçekten genç kuşaklara, bilim adamlarına, gençlerimize, insanlığa ve yurduna hizmet etmenin en güzel yollarından birinin en güzel örneklerinden birini tanıtmış olursunuz.

“Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi”

Hocanın hayatını, bu belgeselde de olduğu gibi inişleri ile çıkışlarıyla gençlerin bilmesinde fayda var. Özellikle Türk gençlerinin burada alacağı, sadece gençler mi biz yetişkinlerin de akademisyenlerin de siyasetçilerin de, fikir adamlarının da, kanaat önderlerinin de Hoca'nın hayatından alacağı ibretlik dersler var. Öncelikle siyasetçiler için konuşacak olursak; Hoca biliyorsunuz, 27 Mayıs’tan sonra üniversiteden kıyma uğrayan hocalardan biri, 147'ler diye bilinen, 27 Mayıs darbesini yapan darbecilerin üniversiteden uzaklaştırdıkları bilim adamlarından birisi de Hoca. Doçent o zaman yanlış hatırlamıyorsam. Sebep, ağabey Servet Sezgin’in Demokrat Parti milletvekili oluşu. Bakın orada da enteresan birşey var. Ağabeyi Kayseri Cezaevinde, Celal Bayar ve diğer Demokrat Partili milletvekilleri ile birlikte. Ağabeyi cezaevindeyken “Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi” diye bir kitap çeviriyor Almanca’dan. Almanca’yı cezaevinde öğreniyor. Ailede de böyle bir damar var demek ki.

O dönemdeki kırgınlıklarından bahsetmezdi, bunu bir vakit kaybı olarak gördüğündendir herhalde. Bu konulara fazla öyle kafasına takmazdı ama bir kırıklık da vardı. Hatta işte bizim sayın Başbakanın kabulünde ilk hissettiğim şey, acaba Türkiye benim bu hizmetimi almaya ne kadar hazır? Bu konuda hala biraz mütereddit olduğunu kelimeleriyle değilse bile hal diliyle hissettiriyor ve zannediyorum, Sayın Başbakan da onun bu temkinini hissederek ona çok açık açık çek vererek yani “başdanışmanımı sizin bu projeleriniz için görevlendiriyorum. Ne istiyorsanız, ne gerekiyorsa biz emrinizdeyiz” derken onun bu tereddüdünü gidermeyi de arzu ettiğini zannediyor.

Dolayısıyla Hoca'nın gençler tarafından tanınmasında fayda var, eserlerinin tanınmasında fayda var. Hani şimdi rol model diye bir laf var, çok sevdiğim bir laf değil ama derdimizi anlatmak bakımından burada işimize yarayabilir, yani ilim adamı nasıl olunur, onun en güzel örneklerinden biri olmak bakımından hocayı hayatıyla ve eseriyle tanıtmakta fayda.